24 Ekim 2024 Perşembe

Anadolu Türkü Olmayı Genetik Türklük Zannetmek

 

Anadolu Türkü
Oğuz Türklerinin Anadolu’ya göç ettiği 11. Yüzyılda Anadolu nüfusu 5 milyon civarı olduğu tahmin ediliyor. Oğuzların ve doğudan göç eden Türk kavimlerinin toplamı en çok 300 bin kişi olduğu tahmin ediliyor.
O tarihlerde Anadolu’ya daha önce yerleşmiş başka Türk kavimleri olduğu biliniyor. Bunlar Bizans ordusunda görev almış olanlar da dahil en iyi ihtimalle 100 ila 200 bin civarı olduğu tahmin ediliyor.
Yani o dönemde Anadolu nüfusunun ancak 10’da birini Orta Asya’dan gelen Türkler oluşturuyordu.
Bugün yapılan araştırmalarda da Anadolu nüfusunda Orta Asya geninin Yüzde 10 olduğu tespit ediliyor.
Orta Asya’dan gelen Oğuz Türklerinin göçebe savaşçı kavimler olduğu biliniyor. Anadolu’ya hakim olduklarında buralardan çekilen Bizans’ın tebaasına hükmetmeye başlıyorlar. Bizans da daha önce Frigyalıların, Lidyalıların, Luvilerin, Hititlerin hükmettiği tebaaya hükmetmişlerdi. Yani topraklarda yaşayan halklar yöneticiler değişince oradan taşınmıyor, yeni gelenler onlara göre çok az sayıda oluyor.
Anadolu halkları uzun süre Oğuz Türklerinin yönetiminde yaşıyor. Türkçe yaygınlaşıyor, bu insanlar İslamlaşıyor ve Anadolu halkı Türkçe konuşan müslüman bir millet olarak tarih sahnesinde yerini alıyor.
Anadolu halkı çok sayıda yerel dili, farklı folkloru, örf ve adetleri ile modern çağa kadar geliyor.
Modern çağda ırkçılık akımının etkisiyle Osmanlı ve sonrasında Cumhuriyet döneminde Türkçülük söylemleri yaygınlaşıyor. Anadolu halkının bir bölümü siyasi, kültürel ve dil olarak Türk olduğunu bildiği halde sanki genetik olarak Orta Asya Türküymüş gibi milliyetçilik yapmayı maharet saymaya başlıyor. Bu kabul devlet katında sahipleniliyor ve nasıl oluyorsa Kürtler bu çerçevenin dışında kalıyor.
Kürtlerin dillerini yaygın olarak kullanmaya devam etmesinin sebeplerine bakarsak; diğer farklı kökenli Anadolu halklarına göre daha kalabalık olmaları, yerleştikleri bölgenin daha dışa kapalı, göç almaya müsait olmayan zor bir coğrafyada olmaları büyük kütle olarak kalmalarına ve diğer kökenliler gibi tamamen ortak dil olan Türkçeye geçmemelerine sebep oldu.
Bu durum iki taraftaki kavmiyetçi söylemlerin artması sebebiyle bugün bir ayrılık olarak öne çıktı.
Bu durumun çözümsüzlüğüne hizmet eden iki temel sebep var.
-Kendisini Türk kabul edenler tarafında;
Bu kesimin yanlış bir kabulle, , tarihi gerçeklere ve yapılan araştırmaların da ortaya koyduğu verilere aykırı olarak kendilerini genetik olarak Orta Asya Türkü zannetmeleri.
Yani yüzde doksanının soyu büyük ihtimal Frigyalılara, Lidyalılara, Luvilere, Arnavutlara, Boşnaklara, Gürcülere, Lazlara, Ermenilere, Rumlara, Çerkezlere, Zazalara, Kürtlere vb. dayanan bu kesimin kendilerini saf kan Orta Asya Türkü kabul etmeleri.
Karşı taraftaki Kürtlerin bir kısmının da bu çok sayıda kökene sahip Anadolu halkını toptan Orta Asya Türkü saymaları ve kendilerini onlardan farklı olarak sanki tek farklı kökene sahip halk saymaları. Bu kabulle beraber bunu fırsata çevirip diğer kökenlilerden farklı olarak dillerini halen kullanmakta olmaları avantajını kullanmak istemeleri.
Öncelikle iki taraf da yanlış bir kabul üzerinden bunu yapıyor.
Anadolu halkı genetik olarak değil siyasi, kültürel ve dil olarak birlik oluşturmuş bir millettir. Buna inadına itiraz etmenin, bunu görmezlikten gelmenin bir anlamı yok.
Bu iyi ki de öyle değil. Yani iyi ki Anadolu halkının yüzde doksanı Orta Asya Türkü değil. O zaman Kürtlere biz Anadolu Türklüğünde birleşmiştik neden şimdi bize dilinizi dayatıyorsunuz, ayrıcalık istiyorsunuz denemezdi. Çünkü kimseden başka ırka geçmesi istenemez, kimsenin buna hakkı yoktur.
Netice olarak bu gerçek ışığında kendini yanlış şekilde genetik Orta Asya Türkü sayanlar bundan vaz geçmeli. Biz Anadolu’da 1.000 yılda vücuda getirdiğimiz çeşitli kökenlerden gelen Anadolu Türkçesi konuşan Anadolu Türkleriyiz.
Kürtler de karşılarına yanlış şekilde tek bütün olarak aldıkları farklı kökendeki Anadolu halkının genetik olarak Orta Asya Türkü olmadıklarını unutmayacak. Onları genetik Türk kendilerini Kürt olarak görmeleri baştan yanlış bir kabuldür.
Onun için çok sayıda kökenden gelen vatandaşları, kaderdaşları nasıl yerel dillerini bıraktıysalar ve kendilerini Anadolu Türkü kabul ettiyseler Kürtler de aynısını yapmalı ve Türkiye’ye 2. dil dayatması yapmamalıdır.
Bunu yapmayarak diğerlerinin bir millet olma iradesine aykırı olarak kendilerini ayrı bir yere koymalarının tek sebebi daha kalabalık olmaları ve dillerini halen kullanıyor olmaları olacaktır. Bunlar da kimseye ayrıcalık isteme hakkı vermemektedir.
"Her şey değişir, hiçbir şey yok olmaz." Ovidius

25 Eylül 2024 Çarşamba

Müzik konusunun, Ehl-i Hadis'in samimiyet durumunu ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı olduğu gerçeği.

 


Bugün Ehl-i Hadis ekolleri  kendilerini Ehl-i Sünnetin kaleleri olarak gösteriyorlar

Fakat  bu  savunma işini İslam tarihinde öne çıkan, Müslümanlara yol açan  tarihe haklı olarak adını yazdıran alimlerin tarzıyla değil, vaizleriz tarzıyla yaygara ile, baskı oluşturma zorbalığı ile yapmaya çalışıyorlar.

Tabii ki samimi değiller ve  yetkin değiller.

Örnek olarak müzik konusu.

Çalgı aletleri, hadisçilerce sahih sayılan rivayetlerde yasaklanmış, şeytan işi sayılmıştır. İçerik, neden dikkate alınmadan toptan yasak sayılmıştır. Aynı şekilde Mezhep imamları ve mezheplerin öne çıkan alimlerinin ezici çoğunluğu da bu kanaattedir.

Bu durum Gazali'ye ve İbn-i Hazm'a kadar böyle gelmiştir. Bu iki büyük alim bu konuyu kendi usulleri ile bir karara bağlamıştır. İbn-i Hazm hadisçiliği ile öne çıkan biri olarak çalgı aletlerini yasaklayan rivayetlerin sahih olmadığını ilmi delillerini ortaya koyarak savunmuş ve müziğin caiz olduğu hükmüne ulaşmıştır. Kendi içinde tutarlı bir karardır bu ama hadisçileri, genelin kabul ettiği kriterleri yok sayarak, hadis usulünün otoritesini sarsarak ulaşılan bir hükümdür bu.

Gazali de benzer şekilde ama hadis rivayetlerini tek tek eleyerek sahih rivayetleri sıhhat yönüyle değil gerekçeler yoluyla farklı yorumlamıştır. İbn-i Hazm gibi tek tek hadis usulü disiplinini göz önüne alarak yapmamış, aslında biraz da mutlak yasak ifade eden rivayetleri görmezden gelen bir metotla yapmıştır bunu. İkisi de son hükümlerini verirken Kur'an'da bu konuda açık bir yasak olmamasını asıl delil olarak öne sürmüşlerdir.

Günümüzde ve Osmanlı döneminde medreselerimizde okutulan kitapların sahibi alimlerimizin bu konudaki tarzı nasıldır?

Abdülganî Nablusî, İbn Âbidîn, Takiyyüddin Sübkî, Şevkâni gibi bilginler Gazali yolundan giderek müziği içerik ve amaç itibariyle yorumlamış ve mutlak haram saymamıştır ama bu şekilde bir hüküm vermenin hadis disiplinini sarsmış olacağını dikkate sunmaktan kaçınmışlardır.

Çünkü bu konuda müziğin mutlak yasaklığına dair hadis rivayetleri vardır. Lokman 6'da geçen “lehve’l-hadîs”den maksadın şarkı olduğunu sahabeden İbni Mes’ud, İbni Abbas, Ebu Ümâme ve Cabir b. Abdullah; Tabiinden Mücahid, İbn Cüreyc, İkrime, Hasan-i Basrî savunmuştur ve mezhep imamları da aynı kanaattedir.

Yani müziği haram olma açısından amacına göre ayırmak, mezheplere ve rivayetlere bağlı kalacağını iddia edenler için mümkün değildir. Bunu ancak Kur'an'ı esas alarak yapabilirsiniz ve bu durumda hadis disiplinini sarsmış olur yeni bir yol açmış olursunuz. Bu yol şudur; sahabenin, tabiinin, mezhep imamlarının Kur'an'ın muradını doğru anlamamış olma ihtimalini kabul etmiş olursunuz ve bazı sahih hadis sayılan rivayetlerin aslında Resulullah'ın sözü değil rivayet edenlerin anlayışı olduğunu kabul etmiş olursunuz.

SONUÇ,
Bugün müziği amacına , içeriğine göre helal sayıp TV’lerinde ve hayatlarında kullanıp vaazlarında cemaatlerine müziğin her türlüsü haramdır demeyen hocaların;  sahih hadisleri mutlak hüküm olarak kabul ettiklerini ve mezhep imamlarını itirazsız şekilde dikkate aldıklarını kabul etmemiz mümkün değildir.  

 

Bu konudaki rivayetlerin bir kısmını aşağıda ekliyorum.

 

 

İbn Abbas (r.a.)’dan nakledilmiştir: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: ….“Şüphesiz Allah bana (veya ümmetime) içkiyi, kumarı, davulu yasaklamıştır. Her sarhoş eden de haramdır”   Ebû Dâvûd, Eşribe, 7; Beyhakî, Sünen, X, 221; Şuab, 5116; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 274.   Yusuf b. Cüdey’ bu hadisin isnadının “Sahih ve “Muttasıl”, ravilerinin de güvenilir kişiler olduğunu ifade etmektedir.

Kuteybe (r. a) peygamber (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: “Zil şeytanın müzik aletidir.”  Müslim, Libas ve Zînet, 27; Ebû Dâvûd, Cihad, 51

Ebu Hureyre (r.a.) peygamber (s.a.s.)’in şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: “Beraberinde köpek veya zil bulunan bir kafileye melekler refakat et­mez.”  Müslim, Libas ve Zinet, 27; Tirmizî, Cihâd, 25; Ebû Dâvûd, Cihad, 51

Müslim, Saîd b. Cübeyr, İbn Abbas tarikiyle rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ size içki, kumar, davul, ud ve yahudilerin kutlama günlerini size yasakladı”

Ebu Amir el-Eş’ari den rivayet edildiğine göre: “Ümmetimden öyle topluluklar çıkacak ki, zinayı, ipeği, şarabı ve çalgı aletlerini helal kabul edecekler. Buhari, “Eşribe”, 7; Beyhaki, Sünen, X, 221

Bu rivayetler önemli usulcülerce sahih isnatlar olarak kabul edilmiştir. Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki uleması müziğin haram olması konusunda bizzat mezhep imamlarının dayanak kabul ettiği başka hadis rivayetlerini de zikretmişlerdir.

9 Eylül 2024 Pazartesi

Milli Mücadelenin Koordinatörü Ülkenin Lideri Olabilirdi Ama O CHP Genel Başkanlığını Seçti.


Bu konudaki esas ayrım Atatürk’e Milli Mücadele’de her şeyi yükleyip oradan da Atatürk’ün kurduğu parti ve onun zihniyetine ülkenin mecbur kılınma çabasıdır.
Bu artık çok sırıtıyor, eskiden de sırıtıyordu ama askeri vesayet buna itirazı engelliyordu. Şimdi bu yok, bu durumda artık her şey yerinde hak ettiği kadar olmalıdır.
Başka tarihe gerek yok resmi tarihe göre bile her şey ortadadır.
Atatürk Milli Mücadelenin İstanbul tarafından atanmış koordinatörüdür. Bunu kendisi söylüyor. Padişah Vahdettin ona bu görevi verirken ‘’ Paşa Paşa ülkeyi kurtarabilirsin ‘’ dedi ve göreve başladı.
Resmi tarihe göre de organizesi önceden yapılmış Erzurum Kongresine katıldı. Sivas Kongresinde defalarca Padişaha telgraf çekip bağlılığını bildirdi, hükümetin değişmesini istedi vs. Hükümet de onun ve Temsil Heyetinin istediği gibi değiştirildi. İşgalcilere göre yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümeti Anadolu Hareketine yakındı.
Kongreler açılırken padişaha bağlılık konuşmaları yapılıyordu. Bu durum çocuklara taktik olarak anlatılırdı fakat bu şunu ortaya koyuyordu kongrelere katılanlar Padişaha bağlı askerler, kanaat önderleri, hocalar, valilerdi yani Milli Mücadele bu insanlarla birlikte yapılıyordu.
İstanbul’daki Mebusan Meclisinin son seçiminde Ekim 1919’da Atatürk Erzurum vekili olarak seçildi. Henüz TBMM kurulmadan önce Atatürk Meclisi Mebusana vekil olarak seçildi. Cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulan algıdaki gibi Atatürk İstanbul ile bağları kopartmış falan değildi. Osmanlı genelkurmayı, ileri gelen siyasetçileri, diplomatlarıyla beraber işgale karşı bir mücadele sürdürüyorlardı.
Neticede Yunanlıları yurttan çıkartan son savaş 1922’de yapıldı. Bu zaferden sonra Millî Mücadelenin içerisindeki siyasi akımlar iktidar yarışına başladı. Bu çok doğal bir durumdu. Osmanlı’nın son döneminde üç ana akım vardı. Batılılaşma, Milliyetçilik ve İslamcılık. Bu sıralama güç ve sayı durumuna ifade diyor.
Bu akımların hepsi Millî Mücadelenin içinde aynı ağırlıkta vardı. Halk arasında tepki çeken, yeniden yönetimi ele geçirmesinden endişe edilen grup İttihatçılardı. İttihatçıların hem batılılaşma hem milliyetçi tarafı vardı. Büyük Taarruzdan sonra batılılaşma ve milliyetçi gruplar öne çıktı. Bunlar hem ittihatçılık döneminden bağlantılıydı hem seküler olma açısından yakındı. İşgalciler batılılaşma tarafında olanlarla diyalog kurmayı seçtiler , bu da çok normaldi.
Birinci mecliste iki grup vardı. Bazı meselelerde muhalif tavır alan meclisin etkin olması için büyük yetki devirlerine itiraz eden İkinci Grup mesela saltanatın kaldırılması lehine oy kullanmıştır. İkinci Grup mensupları arasında müftü, müderris, şeyh gibi din adamlarının oranı, Birinci Grup'takinin üçte biri kadardır (%9,9'a karşı %3,2). Medrese kökenli olan mebusların oranı da, Birinci Grup'a oranla daha azdır. Yani İkinci Grup Milli Mücadelenin karşısında değil, daha cahil, daha saltanatçı değil sadece meclisin daha söz sahibi olmasını isteyen Milli Mücadelenin başarısını birilerinin kendi siyasi hedefleri için kullanmasına engel olmak isteyen gruptu.
1 Nisan 1923’te meclis seçim kararı aldı. Seçimin adil olmayacağını gören İkinci Grup seçimi boykot etti, etmeseler de adayların hep birinci gruptan belirleneceği görmüşler ikinci meclis birinci grup taraftarları tarafından oluşmuş böylece Lozan anlaşmasını meclis muhalefetsiz kabul etmiş TBMM ilerleyen dönemde Halk Fırkası olarak adını alan grubun eline geçmiştir.
1924’te kurulan muhalif parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Kurtuluş Savaşı'nı başlatan beş kişilik kumandan kadrosunun M. Kemal hariç diğer dördünün önderliğinde kurulmuştur.. (Kâzım Karabekir, Rauf Bey, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa. Diğer büyük kumandan Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruzun cephe komutanı ve planlayıcısı Fevzi Paşa da ilerleyen dönemde Cumhuriyet Halk Partisinden değil Demokrat Parti’den milletvekili seçilmiştir.
Eğer Milli Mücadelenin başarısı savaşlarsa komutanların 7 tanesinin 5’i Atatürk ile aynı siyasi partiden değildi. Savaşlar bitene kadar birlikte hareket edildi. Masaya oturulunca, anlaşma imzalamaya sıra gelince neticede ülke yönetmeye sıra gelince siyaset başlamış kahramanlıklar dikkate alınmamıştır.
Bunlar üzerinde ihtilaf olmayan resmi tarih tarafından da kabul edilen gerçeklerdir. Fakat nasıl yapıldı, nasıl bir hava oluşturulduysa Atatürk herkesi karşısına almış tek başına kongreleri toplamış, kimse kurtuluşa inanmazken bir tek o inanmış, kimse meclis kurmayı düşünmezken o düşünmüş, kimse Yunanı yenmeyi planlamazken o herkesi buna ikna etmiş gibi bir büyük kahramanlık efsanesi zihinlere yerleştirilmiş ve bu büyük bir minnet borcuna dönüştürülmüş ve herkesin Atatürk’e borçlu doğduğu tabu haline getirilmiştir.
Halbuki saltanatın kaldırılması dahil 1922 sonuna kadar kadar büyük bir ittifakla Milli Mücadele sürdürülmüştür. Bundan sonrası siyasi kamplaşmadır. Kimseyi de siyaset yaptı, çoğunluğu sağladı diğerlerini alt etti diye suçlama hakkımız yok. Konjonktür onların lehindeydi. Yenilenler için de becerseydi onlar yönetimi eline geçirseydi deriz. Fakat bu siyasi mücadelede bizi 21. Yüzyılda hala bu siyasi kamplaşmada Atatürk’ün tarafında olmaya zorlamak, bizi buna mecbur kılmak olmaz. O gün siyaseten kazanmış fakat daha sonra serbest seçimler döneminde o siyasi kanat başarılı olamamıştır, insanımızı ikna edememiş, hiçbir zaman çoğunluğu sağlayamamıştır.
Bunları söylemek Atatürkçülere göre Atatürk’e düşmanlıktır. Atatürkçülerin en sevmediği sözler bunlardır. Atatürk’e hakaret edilmesine bu kadar kızmıyorlar ama Milli Mücadelede diğer komutanlara hakkı teslim eden gerçeklerin dile getirilmesine tahammül edemiyorlar. Artık buna alışmak zorundalar arkasında askeri vesayet olmadan bu baskı para etmiyor.
İsteğimiz siyasette kaldıraç kullanma döneminin sona ermesi bunun bir kamplaşma vesilesi olmaktan çıkarılmasıdır.

17 Haziran 2024 Pazartesi

Agnostik Diamond Tema ile İslam sever ama İslam’ı anlamak için gayret etmemiş gençlerimizden Asrın Tok

 

Agnostik Diamond Tema ile İslam sever ama İslam’ı anlamak için gayret etmemiş gençlerimizden Asrın Tok adlı gencimizin bir tartışması oldu

Agnostiğin bazı sataşmaları bizim tarafın sosyal medyacılarında şöyle bir etki yaptı.

Bir kısmı ilk defa duymuş gibi yaptı, iddia için iftira dedi. Bir kısmı savcılığı göreve çağırdı. Bir kısmı Asrın Tok’u yetersi buldu. Bir kısmı hemen bu konuda daha önce verilmiş cevapları paylaştı.

Konu Hz Aişe’nin 6 yaşında nişanlanıp 9 yaşında evlenmiş olduğu ile ilgili rivayet.

Bu konuya cevap verenler ikiye ayrılıyor. Rivayetleri yani hadis külliyatını her türlü savunanlar bu durumu kurtarmak için başka rivayetleri dikkate sunarak Hz Aişe’nin yaşının 16-17’den az olmayacağını söylüyorlar.  Fakat Hz Aişe’den rivayet edilen ve Buhari’de geçen rivayette  geçen ifadeler  kendisinin küçük yaşta olduğunu ifaede etmek için bunları dile getirdiğini gösteriyor. Rivayetin ilgili kısmı şöyle;  ‘’ salıncakta kız arkadaşlarımla oynarken yanıma geldi. Beni çağırdı, yanına gittim, bana ne yapacağını bilmiyordum. Elimden yakaladı ve beni kapıda bekletti. Soluğum kesilmişti, nefesim yerine geldiğinde biraz su aldı ve yüzümle başımı bu su ile ovdu. Daha sonra beni eve aldı. Evde (ensârdan) birtakım kadınlar hazır bulunuyordu. Bunlar bana, "Hayır ve bereket üzere geldin, hayırlı kısmet getirdin!" dediler. Annem beni bu kadınlara teslim etti. Bunlar da benim kılığımı, kıyafetimi düzlediler ve Resûlullah’a teslim ettiler. Ensâr kadınları beni Resûlullah'a takdim ettiklerinde ben dokuz yaşında bir kızdım.’’   
Evet Hz Aişe diğer rivayetlerdeki anlatımlardan , ablasının yaşından hesaplandığında en az 15-16  yaşında oluyor. Bunda sorun yok ama Buhari’deki bu rivayet sorunlu. 

Şimdi rivayetlere dokundurtmayanlar her böyle mesele çıkınca durumu kurtarmak için sıkıntılı rivayetleri  geri plana atıp diğer rivayetlerle durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Bu sağlıklı oluyor mu?  Bunu gençler yutuyor mu sanıyorlar?

Biz meseleler çıkmadan bu işi kitaba uygun yapalım sorun çıkmadan cevap verebilecek durumda olalım diyoruz.

 

12 Haziran 2024 Çarşamba

Sıra Geldi Dinde Normalleşmeye


Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için tekrar hatırlatayım; siyasal islamcı bir ilahiyatçı olarak bu yazıyı yazıyorum.
Resulullah (as) ın irtihalinden sonra Hz Ebubekir ve Hz Ömer döneminde siyasi otorite sağlam durduğu için din konusunda ciddi bir tartışma yaşanmadı. Hz Osman dönemiyle siyasi karışıklıklar başladı ve din konusunda da tartışmalar yaygınlaştı. Konuyu uzatmamak için detaya girmiyoruz.
Müslümanlar arası savaşlar, kabileler arası kayırmacılık rekabet, eski geleneklerin öne çıkmaya başlaması, yeni dine girenlerin taşıdıkları kültürler, siyasi rekabetler, kurulan yıkılan devletler, mezheplerin oluşması, mutezilenin ve haricilerin öne çıkarttığı sorular, Mihne olayı, Felsefi eserlerin tercümesi ve Tasavvufun İslam dünyasına girmesi ve hadis uydurma faaliyetleri.
Bütün bunlar yaşandıktan sonra Moğol baskınıyla yakılan kütüphaneler ve bu sırada İslam dünyasını tehdit eden en büyük tehlike olarak hızla yayılan batınilik tehlikesi.
İslam bize korunmuş kapalı bir sandık içerisinde gelmedi. Bütün bu olaylar yaşanırken Müslümanlar bu olaylara göre şekil aldı, fikirleri değişti, otoriteye göre şekil aldılar, otorite değişti ulema ortayı bulmaya çalıştı, orta yolcular yolunu bulmaya çalıştı, aşırıcılar çıktı onlara karşı şiddet arttı ona göre rivayetler öne çıktı vs.
Müslümanlar şunu yakın zamanda çok açık şekilde kabul etmek zorunda kalacaklar.
İslam öğretisinin bize geliş şeklinin doğruluğu konusunda kendi içerisinde aklın kabul edeceği bir mantığı olmalıdır.
İslam iki esasa dayandırılıyor Kur’an ve Hadis
Kur’an Resulullah tarafından yazdırıldı yüzlerce kişiye ezberletildi ve sahabe tarafından çoğaltıldı.
Hadisler yazdırılmadı, sonradan toplandı.
Geldiğimiz noktada artık dünyada bilimsel açıdan gizlenecek bir şey kalmadı.
Yapay zekaya hadis külliyatımız sorulacak. Hadis rivayet sistemimiz bilimsel disipline uygun mu, kendi içerisinde tutarlı mı diye.
Dikkat! Burada İslam’ın içeriğinden değil bize ulaşma metodundan bahsediyoruz.
İbadetlerin, emir ve yasakların mantığını yapay zekaya soralım demiyoruz.
Bu meseleyi hemen hadis inkarı diyerek, Yaşar Nuri, falan filan isimleri gündeme getirerek hafife alarak geçiştirmeyin. Bazı isimlerin bu konuyu yanlış şekillerde dile getirmiş olması meselenin önemini ve doğruluğunu değiştirmez.
Çok uzak olmayan bir dönemde biraz düşünen herkes bunu kabul etmek durumunda kalacak. Bunu ne kadar erken ve ne kadar çok müslüman anlar ve formüle ederse o kadar çok hızlı yol alırız.
Hadis rivayetlerinin teknik olarak güveneceğimiz kadar doğru şekilde değişmeden bize ulaşması mümkün değildir.
Bunu Hadis Usulü ilminin kendisi de aslında baştan kabul eder. Şöyle ki; Cerh Tadil ilminde ravilerin Udul olmaları şarttır. Yani yalan söylememeleri. Bu durum sıkı takiplerle tespit edilmeye çalışılmıştır. Fakat sahabede bu duruma bir istisna konulmuş Resulullah’ın çevresindekiler toptan udul kabul edilmiş asla yalan söylemeyecekleri peşinen kabul edilmiştir.
Sahabe için Udul Hadis Usulünde şöyle tarif ediliyor
---------
Kelime olarak adil ve adaletli manasına adlin çoğuludur.
Hadis ilimlerinde adaletli olduklarından rivayetleri makbul raviler, özellikle sahabe için kullanılan bir tabir olarak geçer. Sahabe uduldür? denildiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'in çevresini oluşturan Müslümanların hepsinin adalet vasfına sahip oldukları ve hadiste asla yalan söylemedikleri kastedilmiş olur.
-------
Bu durum bir kabul meselesidir yani bir inanç, bir akaid meselesidir. Müslümanların böyle bir inancı varsa bunun akaid kitaplarında yer alması gerekmektedir. Var mıdır akaid kitaplarımızda sahabenin yalan söylemeyeceğine dair bir inanç esasımız? Yoktur. Peki Hadis Usulünde bu nasıl yer almıştır? Belli değil.
Tamam biz bunu şimdiye kadar kendimizden ve halktan sakladık. Peki yarın yapay zeka literatürümüzü taradı ve tutarlılık testi yaptı ve sizin rivayet sisteminiz büyük bir açık barındırıyor dedi. Ne olacak?
Hadis rivayetleri arasındaki farkları, çelişkileri bunları konuşarak geçmişimizi karalamaya gerek yok. Farklılıklar sorun da değildir. Kur’an üzerinde de her konuda ittifak edemeyeceğiz, bu bizden istenen bir şey de değildir. Rekabet bizi güçlü kılar. Geçmişe takılmak bizi geri bırakıyor.
Kur’an-ı Kerim de her konuyu halletmek için indirilmedi. Kur’an ana esasları ve maksatları belirlemiştir. Kur’an mesela bir hukuk kitabı değildir. Kur’an ceza yasası kitabı da değildir. Böyle bir iddiası olsa bütün büyük suçların cezalarını belirlerdi. Faizin, kumarın, alkolün vs cezasını belirlememiştir. Önüne geldiği için birkaç suçun cezasını belirlemiş onlar da dönemin uygulanan cezaları şeklindedir. Böyle yapmasından anlaşılmaktadır ki bu alanlar marufa, örfe, dönemin tekniğine, müslüman adaletine bırakılmıştır.
Resulullah ile beraber yaşayan müslümanlar için Rasulullah’ın emirleri farz hükmündeydi. Mesela istişareden sonra savaş için Uhud’a gidiyoruz dediğinde Uhud’a gitmek sünnet değil farz oluyordu. Ganimet paylaşılırken kime ne verdiyse o paya razı olmak sünnete uymak değil farza uymak oluyordu. Namazı Resulullah’tan gördüğü gibi kılmak sünnet değil farzı ihya etmek oluyordu. Dolayısıyla bizimle Sahabenin durumu bu açıdan farklı. Resulullah eğer kıyamete kadar Müslümanların uyması gereken farz kurallar veya şart kurallar veya sevap kurallar olsaydı bunları şöyle 50-60 maddelik bir liste şeklinde yazdırıp bırakır bizi büyük bir sıkıntıdan kurtarırdı.
Çünkü önünde Yahudilerin (Tevrat- Mişna) düştüğü durum vardı.
Resulullah Kur’an’ı yazdırdığı gibi, müşriklerle anlaşma, Medine Vesikası, Hudeybiye Anlaşması, krallara mektuplar yazdırmıştı.
Bütün bunlar varken Resulullah’ın Müslümanlara lazım olduğu halde 20-30 sayfalık kuralları yazdırıp bırakmayarak müslümanları yüzbinlerce rivayetler içerisinden hadis ayıklamak zorunda bırakacağına inanmak Resulullah’a ve Allah’a karşı ciddi saygı sorunu barındırır.
Bu arada namazı herkes babasından gördü ve Kabe’de 1444 yıldır tavaf ve namaz hiç durmadı.
Müslümanlar korkmayın ibadetlerin artması çok olması iyi bir şey değildir. Bu Yahudilerin başına da gelen bir yanlıştır. Dünya değişiyor ve başka bir yere gidiyor. Kur’an’daki ibadetleri, emir ve yasakları en asgarisinden bile yapsak çan eğrisi açısından bakarsak olaya iyi durumda oluyoruz.
Allah-u Teala Kur’an ve Resulullah’ın hayatında uyguladıklarını ayırmışsa bunda bir hikmet vardır. Onun hadislerini ona yazdırmamasının bir hikmeti vardır. Allah’a ve Resulüne güvenin.

11 Haziran 2024 Salı

Diyanet İşleri ve Vakıf Mülkleri

 

 

İslami gelenekte özellikle de Osmanlı’da cami yaptırıldığında genellikle yanına medrese de yapılır bunların bakımı ve masrafları için de gelir getiren gayrimenkulleri olan bir vakıf kurulurdu..

Osmanlı'da din hizmetleri ile ilgilenen Şeyhülislam makamı ile vakıf malları ile ilgilenen Evkaf-ı Hümâyun Nezâretinin hizmetleri 2 Mayıs 1920 tarihli TBMM kararı ile yeni kurulan Şeriyye ve Evkaf Vekaleti bu işi üstlenmiştir.

Fakat 3 Mart 1924 tarihinde 429 sayılı yasa ile bu bakanlık kaldırılmıştır.  Vakıflar yönetimi Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetimine, din işleri de Diyanet İşleri Başkanlığına devredilmiştir.

Camiler ve medreseler için vakfedilen araziler büyük arazilerdi bugün bu vakıf arazilerinin üzerinde semtler mahalleler oluşmuş vaziyettedir.

Alibeyköy, Okmeydanı, Şişli’deki Kemalpaşa ve Beykoz’daki Ortaçeşme , Küçük Armutlu, Sarıyer'de Yeniköy Bağlar Mevkii, Çayırbaşı, PTT Evleri, Kazım Karabekir Mahallesi gibi onlarca semtin arazilerinin büyük kısmı vakıf arazisidir. Bugün kiraları Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından toplanan yüzlerce han, işyerleri, otel binaları vs vardır.

Aynı şekilde Vakıflar Bankası da bu vakıflardan elde edilen parayla 1954 yılında kurulmuştur.

Diyanet bütçesini diline dolayanlar şunu bilsin yakın zamanda bu konu gündeme gelecek ve yukarıda saydığımız trilyonlarca lira değerindeki  vakıf malları gerçek sahipleri olan camilere  dolayısıyla Diyanet’e devredilecek artık devlet bütçesinden Diyanet’e para aktarılmayacaktır.  Çünkü Diyanet bütçesinden çok daha fazla gelir getiren malvarlığına sahip olacaktır.

Doğrusu da budur müslüman olmayan vatandaşların vergisiyle imamların maaşının ödenmesi doğru değildir.

21 Mayıs 2024 Salı

İşe girerken torpil kimlerin aleyhine?

 


2023'te 880.000 kişi işe girdi.
Kamuda işe giren sayısı 100.000 bunun 30.000'i belediyelere ait
Özel sektörde istihdamın %50'si TÜSİAD şirketlerinde.
Plazalarda işe girmekte avantajlı olanlar başörtülüler ve İmam Hatipliler değil.
Muhaliflerin dillerine doladığı torpil var gençler ümitsiz yaygarasının aslı şu;
Ak Partililerin ve muhafazakarların toplam istihdamda şanslı olabileceği toplam sayı 880 binin ancak 200 binindedir. 680 bin istihdamda avantajlı olanlar diğer kesimdir.

20 Mayıs 2024 Pazartesi

Milli Mücadele İttihatçılar ve Ak parti

 

Milli Mücadele konusunda bir boşluk var o boşluğu birileri kendi adlarına doldurdu ve tutan bir senaryoyu insanlara inandırdılar.

O boşluk bugün bizim önemini yeterince anlayamadığımız İttihatçılar konusu.

İttihatçılar dışarıdan kullanıldılar, İmparatorluğu felakete sürüklediler vs bunlar biliniyor.

İttihatçılar kendi kuruluş dönemlerinde müttefikleri olan Ermeniler başta olmak üzere her kesime zarar verdiler.  Avrupalılar açısından da sakıncalıydılar. Ülkede de bütün felaketlerin kaynağı olarak görülüyorlardı. İşgalden sonra bunların yeniden ülkeye hakim olmaları kimse tarafından istenmiyordu. 

Milli Mücadele yapılanırken halka ve Avrupa’ya İttihatçılar bu işin liderliğinde olmadığını anlatmak meselesi en önemli meseleydi.

 

İşet bu Mustafa Kemal ve bazı paşaların önünü açtı.

 

Bunu bugün muhalif olan Atatürkçülere şöyle anlatabiliriz belki.

Gerçi bizim muhaliflere metafor, teşbih, istihare sanatıyla bir şey anlatmak çok tehlikeli çünkü anlamamış gibi yapmak için kelimenin düz anlamlarını alıp yürüyorlar.

Mesela kulağınıza küpe olsun desek millet aç küpeyi nerden bulacağız derler. 😊

 

Teşbihte hata olmaz diyelim, mesela bugün Allah göstermesin batılı ülkeler ülkeyi işgal etse ve sonra bir kurtuluş hareketi başlatsak.

Biz azına razıyız ülkemizi bize bırakın bir daha öyle Azerbaycan’a destek verip Ermeniler’i süpürmeyeceğiz, Suriye’de kuracağınız koridor devlete engel olmayacağız, Libya’ya karışmayacağız, Somali’de ve başka ülkelerdeki  askeri üstlerimizi kapatacağız ve şu anda kuracağımız hükümette Ak Partililere yer vermeyeceğiz diyerek yola çıkmak zorunda olurduk. Emin olun bugünün Ak Partili isimleri de geri dururdu ülke kurtulsun ayağa kalkalım sonra yine bakarız diye.

Bu arada tekrarlayayım İttihatçılar ile Ak Partililer ideolojik açıdan hiç birbirine benzemez. Bu benzetme meseleyi anlatmak için yapıldı.

7 Mayıs 2024 Salı

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?


 

Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne gerek vardı, Atatürk Havalimanı yetiyordu, falan yere neden havalimanı yapılıyor, millet yol mu yiyecek vs.

 

Küçük düşünene bazı şeyleri anlatmak mümkün değildir.

Şimdi Türkiye ile bazı ülkeleri, Türkiye ile geçmişini ve geleceğini bir  kıyaslayalım

Türkiye’nin

2002 toplam dış ticareti 84 milyar dolardı geçtiğimiz yıl 616 milyar dolara çıktı. Aynı hızla büyürsek 10 yıl sonra bu rakam 2 trilyon doları geçecek. Buna bırakın eski havalimanlarını, yollarını mevcut havalimanları yolları yetecek mi?

Türkiye’nin otoyol uzunluğu ancak 3.726 km’ye ulaştı İspanya’nın otoyol uzunluğu 15.000 km Almanya’nın 13.000 km. Fransa’nın 9.000 km. Fransa’nın geçen yıl toplam dış ticaret hacmi 1.4 trilyon dolardı. Biz geçtiğimiz dönemdeki büyüme hızıyla bu rakama 6-7 yıl sonra ulaşabiliriz.

 

Fransa geçen yıl 89 milyon turist ağırladı Türkiye 56 milyonu geçti. 2002’de bu rakam 12 milyondu. Turist sayısı 5 yıl sonra Fransa’ya yaklaşabilir.   İstanbul geçen yıl dünyada en çok turist alan şehir oldu, Londra, Paris  ve Dubai’yi geçti.

Atatürk havalimanı en çok uçuş gerçekleştirdiği 2017 yılında 63 milyon yolcuya ulaşmıştı. İstanbul havalimanı geçen yıl 76 milyon yolcuya ulaştı. Atatürk havalimanın 76 milyon yolcuyu kaldırması mümkün değildi.

 

Peki bu artan ticaret ve turizme bu yollar, havalimanları yetecek mi? Muhaliflere sorsak yapılanlar bile israf.

 

 

Bunların devlet bütçesinden aynı anda yapılması mümkün değildi. Bu yatırımlar geçtiğimiz 40- 50 senede yapılmış olması gerekiyordu.  

Türkiye ticaretinin ve turizminin hızına eşlik edebilmesi için birçok yol, köprü, havalimanı yapılması gerekiyordu.

 Bunlar bütçeden yapılsa krediyle yapılması gerekiyordu. Bu kadar bütçeyi bu yatırımlara ayırmak büyük risk ve faiz yükü üstlenmek olurdu. Bütçede yatırıma bu kadar pay ayırmak bütçe tekniği açısından da mümkün değildir.  Hele bu büyük borç yüküyle Pandemi, dünyayı etkileyen savaşlara rastlasaydık çok büyük sıkıntıya girmiş olacaktık.

Bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde garanti geçişleri için verilen paraların bir ehemmiyeti yoktur. Zaten 2025 yılı itibariyle ulaştırma bakanlığına bağlı bütün Yap İşlet modeliyle yapılan projeler toplamda artıya geçecektir.

 

20 Nisan 2024 Cumartesi

Kur Korumalı Mevduat Meselesi

 


 

KKM 2021 Aralık ayında çıkartılmıştı.

Türkiye 2013 yılı itibariyle ABD’nin ülkedeki operasyon maşası Fetö ile açıktan kavgaya başladı. Suriye’de yine ABD’nin kurmaya çalıştığı YPG koridor terör devletini engellemek için Türkiye karşı harekatlara girişmeye başladı.  Ukrayna savaşından sonra Rusya’ya açıktan yapılan yaptırım girişimleri Türkiye’ye adı konulmadan yapılma başlandı.

Ülkeden sıcak para çekildi, yabancı sermaye girişleri azaltıldı. Dönem dönem TL’ye Londra merkezli spekülatif operasyonları yapıldı. En son Barış Pınarları operasyonları öncesi bu durumu Trump açıktan ilan etti. "Çizilen çerçeveyi aştığını düşünürsem, Türkiye'nin ekonomisini yerle bir ederim. Daha önce bunu yaptım!" şeklinde tweet attı.  

 

Türkiye ekonomisi bu döviz kıtlığıyla Pamdemi’ye yakalandı ardından Ukrayna savaşıyla birlikte petrol, doğalgaz ve gübrenin yüksek fiyat artışı yaşandı.

 

Pandemi ve savaşla beraber emtia fiyatları yükseldi, bütün ülkelerde enflasyon yaşanmaya başlandı. Pandemi’de piyasayı destekledikleri için bütün ülkelerin borçlanması arttı, faizler yükseldi.

 

Türkiye bu durumda ekonomi yönetimi açısından iki yoldan birini deneyecekti.

Bugün uygulanan ekonomi sistemi gibi faizleri artırıp, kredileri dizginleyip, piyasayı soğutup enflasyonu durdurmayı seçecekti. Ya da piyasayı canlı tutup, iflasları engelleyip, işsizliğin patlamasına meydan vermemek için enflasyonu göze alacaktı.

 

Türkiye’nin diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden farklı bazı özel durumları vardı. Artan genç nüfus, Suriye’deki savaşın içinde olmak, batı ülkelerinin nerdeyse tümüyle gergin dudumda olmak, BAE, İran gibi batı ile stratejik  ilişki içerisinde olan bölge ülkeleriyle vekalet savaşları yürütüyor durumda olmak.

 

Bütün bunlar yüzünden Türkiye canlı ekonomiye  mecburdu. Türkiye Pandemi sonrası piyasayı yavaşlatsa milyonlarca kişi işsiz kalırdı binlerce işletme batardı. Çünkü Türkiye devamlı büyüyen bir ekonomiydi. Avrupa ülkeleri gibi onlarca yıldır sömürüyle, sanayiyle para biriktirmemişti. Avrupa ülkelerinde nüfus artışı yoktu devamlı işgücüne milyonlar katılmıyordu. Hiçbiri Türkiye gibi sıcak çatışmanın içerisinde değildi. Bizden başka hiçbir gelişmekte olan ülkeye adı konulmamış sıcak para ve doğrudan yatırım ambargosu uygulanmıyordu ve çok daha vahimi ülkenin ana muhalefetinin de içinde olduğu bir blok ülkenin 40 yıllık terör örgütünün partisiyle ittifak yapmıyor diğer darbeci  örgütünden de akıl almıyordu.

 

Bu şartlarda 2021 yılı sonuna doğru döviz üzerinden  gerek yerli gerek yabancı spekülasyon merkezleri halkı dövize yönlendirme çalışması netice verdi ve döviz hızla yükselmeye başladı. Ülkenin döviz sıkıntısı vardı ama spekülatif hamleler olmasa döviz belli periyotta artacaktı ve bu bugün sorun olmadığı gibi o gün de olmayacaktı.

Spekülatif artışı durdurmak için Kur Korumalı Mevduat  devreye sokuldu.

Bunun bir maliyeti olacağı biliniyordu. KKM doların normal seyrinde artmasını sağladı. Yani ödenen bedel dövizde spekülatif artışı engellemek içindi. Bu spekülasyonu hangi çevreler yapıyordu bugün unutuluyor.

Dövizin artacak olmasını KKM engellemedi, döviz serbest piyasada artacaksa artar bizde öyle olmuyordu dolar bir gecede 9’dan   17’ye çıkıp 11’e düşüyor KKM’den sonra normal fiyatını buluyordu.

Diğer taraftan KKM zengine para transferiydi deniyor.

 

Halbuki KKM’ye ilk girenler aslında fedakarlık yapanlardı.

Çünkü KKM’de mevduat faizinde sınır koyulmuştu. En yüksek 17 olabilecekti. Halbuki o tarihte enflasyon % 36’ydı.

Yani vatandaş parasını mevduata yatıracak eğer dolar çıkarsa dolarını alacaktı ama alacağı faiz sınırlı olacaktı, dolar faiz kadar artarsa fazla faiz alamayacaktı Dışarıdakiler mevduata yatırırsa serbest piyasada daha fazla faiz alabilecekti.

 

Zaten parası dolarda olanların az bir kısmı dolarını bozup KKM’ye yatırdı. Çünkü spekülasyon çetesi yaygaraya devam ediyordu. Devletin KKM’de sözünü tutamayacağını insanların dolarına el koyacağını söylüyordu. Buna rağmen devlete güvenenlerin sisteme girmesi,  piyasanın dengelenmesi için yeterli oldu.

 

 KKM için ödenen bedeli şöyle görmek lazım. Nasıl terör örgütü ile mücadelede milyarlar harcıyorsak ekonomi alanında bize yapılan iç ve dış operasyonlar için de bir bedel ödedik.

18 Nisan 2024 Perşembe

Google Earth haritasından 2002 den 2023'e fabrikalardaki artış


































İnsanımıza SİHA, Yerli otomobil, Savunma sanayisindeki gelişmeler gösterildiğinde bunlara inanamıyor çünkü ülkede fabrikaların kapandığını düşünüyor.
Durumu görsel olarak göstermek için Google Earth haritasından OSB bölgelerinin bazılarının 2002 görüntüleriyle 2023 görüntülerini paylaşıyorum.
2024 yılı itibariyle Türkiye’de 360'ı Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına bağlı, 40'ı Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı olmak üzere toplam OSB sayısı 400'e ulaştı
2002’de Fabrika sayısı 12.800, OSB sayısı 138’di.
Fabrika sayısı 2024 itibariyle 76.000’i aşmış vaziyette.

Türkiye’de Yaşayan Milletin Ortak Adı; -Anadolu Türkü-

Türkiye’de her kökenden insanın kendini ülkenin öz sahibi saymasının önündeki yapay engel nedir? ‘’Kürtler dışındakilerin toptan Orta Asya T...