28 Şubat sürecinde kurulan ANASOL-D hükûmeti gensoruyla
düşürülünce mecliste 4. parti olan sadece 61 milletvekili olan DSP nin genel başkanı Ecevit, hükûmeti kurmakla görevlendirildi ikinci
denemesinde azınlık hükümetini kurdu. Çok geçmeden PKK lideri Öcalan Kenya’da ABD tarafından Ecevit hükümetine teslim edildi.
O günlerde internet yeni yaygınlaşmaya başlamış dünya gençliği konuşacak konu ararken
milliyetçilikle tanışmış masonluk, emperyalizm , gizli güçler derken ABD nin emperalizmi , Yahudilerin
hedefleri gençliğin yeni muhabbet ve
paylaşım malzemeleri olmuştu .
Türkiye gibi ülkeler için batı gömlek biçmeye başlamıştı o günlerde, kimse farkında değildi ama medeniyetler çatışması tezlerinin altyapısı oluşturulmaya başlanmıştı. Türkiye milliyetçilik üzerinden bölünebilecek ülkelerden biri olduğu kabul edildiğinden bu milliyetçilik akımlarından olabildiğince fazla etkilenmesi istenmekteydi.
Türkiye'de o milliyetçiliğe lokomotif olacak kişi hem solcu hem de milliyetçi yönü olan Ecevit, batı için kaçırılmayacak fırsat olmuştu. Öcalan paket halinde ülkeye gönderildiğinde başbakanlık koltuğunda Ecevit oturmaktaydı. Herkes aslında bunun Ecevit’in mahareti olmadığını biliyordu ama ne hikmetse bu hamaset severler bu gerçeği kendinden bile saklayıp gidip oyları Ecevit'e verdi ve yeni hükümet kuruldu.
İktidar; daha henüz adı konmamış ‘’ulusalcı’’ akımın temsilcisi Ecevit’ten , milliyetçi sol diye kendini tanımlayan Mesut Yılmaz’dan ve milliyetçi Devlet Bahçeli’den oluşmuştu. Türkiye’de milliyetçiliğin moda olmaya başladığı günler başlamıştı, ünlüler bile bu yarışta yer kapma telaşındaydılar bunun ilk kurbanı da kürtçe kaset çıkaracağım diyen Ahmet Kaya olmuştu. Ünlü kürt sanatçıların, Michael Jackson gibi ''beyazlamaya'' çalıştığı günleri yaşamaya başlamıştık. TV'lerde tartışma programları yapılmaz olmuş televole programlarının moda olduğu günlerdi. Gerçek haberleri kartel dışından, o günler bağımsızlığın tadını çıkaran Ufuk Güldemir’in Habertürk adlı internet sitesinden alıyorduk.
ABD karşıtlığı moda olmuş henüz AB karşıtlığı yaygınlaşmadığı günlerdi. Ve 11 Eylül hadisesi oldu , internet dünyası tüm dünyada toplumları, tabii ki Türkiye halkını da ABD karşıtlığına taşıdı.
İslamcı kesim için bu durum yeni değildi ama medya yazar
çizerliğini elinde tutan laikler ve bu işlere fazla kafa yormamış
milliyetçiler için bu yeni bir durumdu .
Bu söz konusu kesim Türk ordusu subaylarını neredeyse % 90 oranında temsil ediyordu.
Bu şu demekti Türk ordusu
''itikaden'' ABD karşıtı olmuştu. O
günlerde bu durum, bugünkü laiklerin Esed'e duyduğu gibi Saddam’a sempati duymayı
gerektiriyordu ve Ecevit Saddam’a özel
temsilci olarak Tunca Toskay’ı göndermiş ve karşılıklı iyi dileklerde
bulunmuşlardı. İşte o günler Genelkurmay Irak krizinde kararsız
durumdaydı, o güne kadar her şartta ABD
tarafında olan Genelkurmay bu konuda konjonktürün de etkisiyle gönlü ABD'ye uzak durmaktan yanaydı.
TSK, PKK terörüne karşı mücadele yürütürken bölgedeki kürt halkına çok sert davranmıştı bunun biriktirdiği kin duygusuna o günlerde medyada kürtlüğün dışlanmaya başlaması da eklenince kürtler tarihlerinde en dışlandıkları günleri yaşamaya başlamışlardı. Öcalan'ın yargılanma süreci batının beklentisini karşılayacak oranda bir tepki ile karşılanmamıştı ama kürtler içten içe ayaklanma duygusuna yaklaştırılmaktaydı. Bazı ilçelerde ayaklanma provası olarak değerlendirilen bir kaç yürüyüş tertiplendiği de olmuştu fakat bir beklenti kürtleri bu süreçten alıkoyuyordu. Bu beklenti batmakta olan şirketler için de geçerliydi. Beklenen, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı ile tanınan, perişanlık içerisindeki İstanbul'u kısa zamanda düze çıkaran Recep Tayyip Erdoğan'dan başkası değildi.
Türkiye, Genelkurmayın 5 yıl önce yönetime müdahale ettiği demokrasisi defolu bir ülkeydi fakat o müdahaleyi yapan askerler bu müdahaleyi batı değerleri adına yaptıklarını iddia ediyorlar ve Refah Partisi'nin ülkeyi batıdan uzaklaştıracağını iddia ederek demokrasiye balans ayarı yaptıklarını savunuyorlardı. Fakat 2002 yılına gelindiği günlerde aynı genelkurmayın bir orgenerali aynı zamanda o günlerde devletin en üst vesayet kurumu olan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen bir sempozyumda ''Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nden (AB) en ufak bir yardım görmediğini belirterek, "Türkiye'nin, Rusya ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum" demişti. http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/08/p01.html
Ulusalcı Erol Manisalı Hoca neredeyse genelkurmayın siyasi sözcüsü gibi dinleniyordu. Bu durum batının derin güçlerinin beklentisi olan Türkiye'nin bölünmesine hizmet edecek bir atmosferi ifade ediyordu fakat uluslararası sermayenin dünyada söz sahibi olmasının zirveye çıktığı günlerdi ve batının bu sermaye ekseninde olan siyasileri Türkiye'yi kaybetmek istemiyordu.
Tayyip Erdoğan seçimleri kazanıp Avrupa ve ABD turuna çıktığında oralarda ilgiyle karşılandı. Tayyip Erdoğan’ın bunu neden yaptığını aslında neyi hedeflediğini herkes biliyordu. Erdoğan için esas engel TSK idi çünkü devam ettirdiği misyon ve kendisi daha 4 yıl önce 28 şubat sürecinde alaşağı edilmişti. Fakat Erdoğan’ın siyasetinde ve İslamcıların o günkü yaklaşımlarında AB ve reel politike genişletilmiş bir bakış açısı gelişmişti. Bunlar olabilir stratejilerdi ülkedeki zinde güçler bunlar aracılığıyla dizginlenir ülkeye özgürlükler bunlar aracılığıyla getirilebilirdi. Türkiye’de tek lazım olan şey fırsat eşitliği ve özgürlüklerdi bunlar olursa zaten Ak Parti'nin temsil ettiği kesim ülke kaderinde söz sahibi olabilecekti.
Bu arada Erdoğan için batıyla bir paralellik de belirmişti bu serbest piyasa ve yabancı sermayeye bakıştı.
Birkaç açıdan bu iki hususta Erdoğan misyonuna
uygunluk vardı. Birincisi ülkede hızlı kalkınma için yeterli sermaye yoktu ve
hedefler büyüktü bunun için yabancı sermaye şart idi. İkincisi ülke bir çok
yabancı servis tarafından karıştırılmaya çalışılıyordu, iç savaş için bir çok
yabancı servis elemanı güneydoğuda cirit atıyordu. Bu servislerin ait olduğu
ülkelerin büyük sermayelerine kapılar açılırsa aslında ülke bir nevi bu tür
karışıklık girişimlerine karşı sigortalanmış olacaktı. Dünyada söz sahipleri artık
bu uluslar arası sermaye şirketleri olmuştu, aslında bu uluslar arası büyük sermayelerin
gücü o günlerde ulusalcılar tarafından internet paylaşımlarında yazılıp
çiziliyordu. Bu büyük sermaye grupları yatırım yaptıkları ülkelerde karışıklık
istemezler.
Diğer tarafta Erdoğan için Irak'taki
Saddam bir tehditti. Bölgede başıbozuk bir devlet kalkınacak bir Türkiye için
hele ileriki yıllarda İsrail ve ABD ile ters düşecek politikalar uygulayacak
bir Ak Partili Türkiye için büyük tehditti. Bunun örneği 79 yılında devrim yapan
İran’da görülmüştü. Saddam o tarihte ABD ve Batı desteğiyle
İran’a saldırmıştı.
Irak harekatında Erdoğan'ın bir amacı daha vardı. Kalkınacak ve İsrail'in menfaatlerine dokunmaya başlayacak bir Türkiye’nin PKK gibi bir terör örgütüyle çok sıkıntıya düşürüleceği de bilinen bir gerçekti. Bu Irak harekatında PKK tamamen temizlenebilirdi . O gün Türkiye için çok riskli görünen Irak harekatına dahil olma kararı, Türkiye için de Irak için de daha sonra gerçekleşecek çok sayıda ölümün önüne geçecekti.
En büyük önemi de ABD tek başına
bir İslam ülkesini işgal edebileceğini hiç tecrübe etmemiş daha da önemlisi
öğrenmemiş olacaktı.
İşte tam o günlerde Genelkurmay bu olaylara tamamen başka pencereden bakıyor ABD‘ye o güne kadar olmadığı şekilde şüpheyle bakıyordu, aslında bu bakış açısında haklıydı ama bu konuda çok çaylaktı. Erdoğan’ın temsil ettiği misyon ise ABD emperyalizmini çoktan çarpmış bölmüş ve sınırlarını hedeflerini çözmüştü. Bu konjönktürde ABD, Türkiye'de partner olarak kendine Ak Parti’yi bulmuştu. TSK Irakta ABD’yle işbirliğine uzak durdu hatta bazı subaylar bildiğimiz çaylak ulusalcı açıklamalar yapıyordu .
İşte bu olanlar Erdoğan’a büyük krediler açtı. ABD Türkiye’de ‘bizim çocuklar’ dediği TSK’yı kaybediyordu. Bu kimilerine göre ilahi bir yardımdı kimilerine göre Erdoğan’ın şansıydı. TSK, Türkiye’de Amerika izin vermeden darbe olamayacağını bilemeyecek kadar çaylak olan bu ulusalcı generallerin yönetimindeydi ve çuvallamışlardı . O kafadaki, generallerin yapacakları darbe neticesinde Türkiye’de Baas benzeri bir rejim iktidarı kurulurdu . Bu da tabii ki Baas üyesi Saddam'la uğraşmakta olan ABD'nin hiç işine gelmezdi. Peki o günler Türkiye'de AK Parti'nin alternatifi olabilecek hangi siyasi hareketler vardı? ABD gerçekten Ak Partiye mecbur mu olmuştu? Ecevit'i biliyoruz Saddam’a arka çıkacak kadar olayların farkında olmayan DSP. Kemal Derviş istenirdi ABD tarafından ama sağolsun CHP'liler buna fırsat vermedi. CHP ulusalcı olmuştu ve aynı TSK zihniyetindeydi. MHP zaten olmazdı .Çünkü iktidar olabilecek oy alması mümkün değildi. ABD'nin 50 yıldır kullandığı merkez sağ partiler ise yolsuzluklarla ve beceriksiz politikalarla intihar etmişti. Kalıyordu milli görüşün mirasını devralan Ak Parti. Üstelik bu partinin siyaset üreten yazar çizerleri daha bu işler başlamadan 1998 den beri yeni açılımlardan bahsediyorlardı serbest piyasa, özelleştirme, AB, Reel Politik vs.
Ayrıca o günlerde Afganistan'da, Çeçenistan'da, Bosna'da savaşmış savaşlar sona erince boşlukta kalmış dünyanın bir çok ülkesine mensup radikal görüşlere sahip bir takım müslüman gençlerin terör faaliyetlerine girmeye başlaması batı medeniyetini ciddi manada endişelendirmekteydi. Bu açıdan ilk defa ABD İslamcılar arasında tehdit ayrımına gitmek zorunda kalmıştı. Ak Parti hareketi batı ülkelerinde teröre karşı bir fırsat olarak görüldü. Ezilen, sömürülen müslüman ülkelerden Afganistan'a, Çeçenistan'a, Bosna'ya çok sayıda genç savaşmak için gitmişti şimdi bunlar batı için büyük bir tehdit haline gelmişti. Ak Parti bu gençlere demokrasi ile bu işlerin çözülebileceği ümidini verebilirdi. İşte bu yüzden Erdoğan batıda büyük bir merak ve ilgi ile karşılandı. Batı'da Türkiye'ye ve Ak Parti'ye açılan kredinin en önemli tarafı buydu.
Bu amaçla batı Ortadoğu Projesi adıyla ekonomik ve sosyal yardımlar şeklinde islam ülkelerini demokratikleştirme yoluyla terörün önünü kesmek istemiş, Türkiye'den de bu konuda yardım istemişti fakat ABD yine hileli planlarını sürdürüp teröre karışan gençleri kontrol altına aldı ve bu BOP projesi başlamadan bitirildi ve yine karıştırma ve fitne operasyonuna dönülmüştü.
ABD bu terör teşebbüslerini El-Kaide şemsiyesine toplamış onun aracılığıyla da tüm dünyadaki bu tür teşebbüsleri deşifre ederek Guantanamo’ya taşımış kendince orada onları ıslah etmiştir.
Bütün bunlar göz önünde
bulundurulmadan ABD Ak Parti ilişkisini doğru tespit edemeyiz. Bu sürecin bir de derin devlet tarafı var ABD eski partnerleri olan kemalist laikler yerine 1990 yılında orta asya türki cumhuriyetlerde başlayan ortaklığıyla geliştirip büyüttüğü gülenci yapılanmayı kemalistlerin yerine geçirmeyi planlamaya başladı. Bu konuyu başka bir yazıda işledik.
https://munekkit.blogspot.com/2016/11/ak-parti-ile-feto-nasl-ortakt.html
https://munekkit.blogspot.com/2016/11/ak-parti-ile-feto-nasl-ortakt.html
Tabiî ki aynı Ak Parti'yi Erdoğan’la
beraber doksanlardaki Türkiye’de iktidara %50 ile de gelse, bu iktidarın devamına asla ne TSK müsaade ederdi ne de o günlerdeki
müttefiki ABD.
Bugün gelinen noktada ABD ve Ak
Parti ilişkisi aynı minvaldedir diyebilir miyiz?
ABD için çok önemli olan İsrail
Türkiye ilişkileri ne duruma gelmiştir?
İsrail'e laf söylenemez büyüsünü
Erdoğan kırmıştır . Bu aslında bilenler için İsrail'in en büyük sermayesi ve
gücüydü. İsrail kendisine laf atan hiçbir dünya siyasetçisini makamında
bırakmamıştır.
Ak Parti ne 28 Şubat ürünüdür ne
de ABD'nin gönlündeki partnerdir. Herkes iyi bilmektedir ki Ak Parti Türkiye
‘islamcılarının’ kırk yıllık siyasi çalışmalarının bugünkü resmidir. 2000'li yıllarda Türkiye ve Dünya da oluşan konjonktürü çok iyi kullanmasıyla
Türkiye’de iktidarını perçinlemiş ve dünyada Türkiye’ye çok büyük alan
açmıştır.
Türkiye bugün batı ülkeleri dahil halkın yönetimde en çok söz sahibi olduğu ülkedir. Bu söz abartılı gelebilir ama batının şu anda finans şebekesiyle yaptığı savaşı takip edenler bunun ne anlama geldiğini bilecektir. Türkiye de aynı finans şebekesiyle inişli çıkışlı bir savaş halindedir. Fakat batıda bu savaş cephe savaşı değil kurumlarını ele geçiren bu şebekeyle kanser savaşı vermektedir.
Türkiye bugün ordusuyla, istihbaratıyla tam bir uyum içinde olan ve bu güçlerle cephede savaşan ülkedir.
Türkiye'nin en büyük sorunu ahlak ve din sorunudur. Türkiye 50'lerden beri lüks ithalatın, lüks tüketim reklamının serbest olduğu ama gelişmekte olan ender ülkelerden biridir. Bu yüzden ahlak bozulmuştur. Din konusunda Osmanlı'dan beri yabancı servislerin kontrol ettiği dini yapıların etkisiyle hurafenin arttığı bir din anlayışı halkın din yaşantısına yerleştirilmiştir. (din konusunda çok önceye dayanan sorunlar var tabi ama bu yazının konusu değil)
Türkiye artık bağımsız bir ülkedir bundan sonra el birliğiyle ahlak ve maneviyat alanında sıkı bir çalışma yapılmalı ve Türkiye'den liderlik bekleyen ülkelerle beraber batının hızlandırmaya çalıştığı büyük batı-doğu savaşına hazırlanmalıyız.
Türkiye bugün batı ülkeleri dahil halkın yönetimde en çok söz sahibi olduğu ülkedir. Bu söz abartılı gelebilir ama batının şu anda finans şebekesiyle yaptığı savaşı takip edenler bunun ne anlama geldiğini bilecektir. Türkiye de aynı finans şebekesiyle inişli çıkışlı bir savaş halindedir. Fakat batıda bu savaş cephe savaşı değil kurumlarını ele geçiren bu şebekeyle kanser savaşı vermektedir.
Türkiye bugün ordusuyla, istihbaratıyla tam bir uyum içinde olan ve bu güçlerle cephede savaşan ülkedir.
Türkiye'nin en büyük sorunu ahlak ve din sorunudur. Türkiye 50'lerden beri lüks ithalatın, lüks tüketim reklamının serbest olduğu ama gelişmekte olan ender ülkelerden biridir. Bu yüzden ahlak bozulmuştur. Din konusunda Osmanlı'dan beri yabancı servislerin kontrol ettiği dini yapıların etkisiyle hurafenin arttığı bir din anlayışı halkın din yaşantısına yerleştirilmiştir. (din konusunda çok önceye dayanan sorunlar var tabi ama bu yazının konusu değil)
Türkiye artık bağımsız bir ülkedir bundan sonra el birliğiyle ahlak ve maneviyat alanında sıkı bir çalışma yapılmalı ve Türkiye'den liderlik bekleyen ülkelerle beraber batının hızlandırmaya çalıştığı büyük batı-doğu savaşına hazırlanmalıyız.