29 Şubat 2012 Çarşamba

AK PARTİ 28 ŞUBAT ABD





     28 Şubat sürecinde kurulan ANASOL-D hükûmeti gensoruyla düşürülünce mecliste 4. parti olan sadece  61 milletvekili olan  DSP nin genel başkanı Ecevit, hükûmeti kurmakla görevlendirildi ikinci denemesinde azınlık hükümetini kurdu. Çok geçmeden  PKK lideri Öcalan Kenya’da ABD tarafından Ecevit hükümetine teslim edildi.
O günlerde internet  yeni yaygınlaşmaya başlamış dünya gençliği konuşacak konu ararken milliyetçilikle tanışmış masonluk, emperyalizm , gizli güçler derken ABD nin emperalizmi , Yahudilerin hedefleri gençliğin yeni muhabbet  ve paylaşım malzemeleri olmuştu .
   
     Türkiye gibi ülkeler için batı gömlek biçmeye başlamıştı o günlerde, kimse farkında değildi ama medeniyetler çatışması tezlerinin altyapısı oluşturulmaya başlanmıştı. Türkiye milliyetçilik üzerinden bölünebilecek ülkelerden biri olduğu kabul edildiğinden bu milliyetçilik akımlarından olabildiğince fazla etkilenmesi istenmekteydi. 

   Türkiye'de o milliyetçiliğe lokomotif olacak kişi hem solcu hem de milliyetçi yönü olan Ecevit, batı için kaçırılmayacak fırsat olmuştu. Öcalan paket halinde ülkeye gönderildiğinde başbakanlık koltuğunda  Ecevit oturmaktaydı. Herkes aslında bunun Ecevit’in mahareti olmadığını biliyordu ama ne hikmetse bu hamaset severler bu gerçeği kendinden bile saklayıp gidip oyları Ecevit'e verdi ve yeni hükümet kuruldu. 

   İktidar; daha henüz adı konmamış ‘’ulusalcı’’ akımın temsilcisi Ecevit’ten , milliyetçi sol diye kendini tanımlayan Mesut Yılmaz’dan ve milliyetçi Devlet Bahçeli’den oluşmuştu. Türkiye’de milliyetçiliğin moda olmaya başladığı günler başlamıştı, ünlüler bile bu yarışta yer kapma telaşındaydılar bunun ilk kurbanı da kürtçe kaset çıkaracağım diyen Ahmet Kaya olmuştu. Ünlü kürt sanatçıların, Michael Jackson gibi ''beyazlamaya'' çalıştığı günleri yaşamaya başlamıştık. TV'lerde tartışma programları yapılmaz olmuş televole programlarının moda olduğu günlerdi. Gerçek haberleri kartel dışından, o günler bağımsızlığın tadını çıkaran Ufuk Güldemir’in Habertürk adlı internet sitesinden alıyorduk.

      ABD karşıtlığı moda olmuş henüz AB karşıtlığı yaygınlaşmadığı günlerdi. Ve 11 Eylül hadisesi oldu , internet dünyası tüm dünyada toplumları, tabii ki Türkiye halkını da ABD karşıtlığına taşıdı.
    İslamcı kesim için bu durum yeni değildi ama medya yazar çizerliğini elinde tutan laikler ve bu işlere fazla kafa yormamış milliyetçiler için bu yeni bir durumdu .
  Bu söz konusu kesim Türk ordusu subaylarını neredeyse % 90 oranında temsil ediyordu.
  Bu şu demekti Türk ordusu ''itikaden''  ABD karşıtı olmuştu. O günlerde bu durum, bugünkü laiklerin Esed'e duyduğu gibi Saddam’a sempati duymayı gerektiriyordu ve Ecevit  Saddam’a özel temsilci olarak Tunca Toskay’ı göndermiş ve karşılıklı iyi dileklerde bulunmuşlardı. İşte o günler Genelkurmay Irak krizinde kararsız durumdaydı,  o güne kadar her şartta ABD tarafında olan Genelkurmay bu konuda konjonktürün de etkisiyle gönlü  ABD'ye uzak durmaktan yanaydı.

       TSK,  PKK terörüne karşı mücadele yürütürken bölgedeki kürt halkına  çok sert davranmıştı bunun biriktirdiği kin duygusuna o günlerde medyada kürtlüğün dışlanmaya başlaması da eklenince kürtler tarihlerinde en dışlandıkları günleri yaşamaya başlamışlardı. Öcalan'ın yargılanma süreci batının beklentisini karşılayacak oranda bir tepki ile karşılanmamıştı ama kürtler içten içe ayaklanma duygusuna yaklaştırılmaktaydı. Bazı ilçelerde ayaklanma provası olarak değerlendirilen bir kaç yürüyüş tertiplendiği de olmuştu fakat bir beklenti kürtleri bu süreçten alıkoyuyordu. Bu beklenti batmakta olan şirketler için de geçerliydi. Beklenen, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı ile tanınan, perişanlık içerisindeki İstanbul'u kısa zamanda düze çıkaran Recep Tayyip Erdoğan'dan başkası değildi.
     
     Türkiye, Genelkurmayın 5 yıl önce yönetime müdahale ettiği demokrasisi defolu bir ülkeydi fakat o müdahaleyi yapan askerler bu müdahaleyi batı değerleri adına yaptıklarını iddia ediyorlar ve Refah Partisi'nin ülkeyi batıdan uzaklaştıracağını iddia ederek demokrasiye balans ayarı yaptıklarını savunuyorlardı. Fakat 2002 yılına gelindiği günlerde aynı genelkurmayın bir orgenerali aynı zamanda o günlerde devletin en üst vesayet kurumu olan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen bir sempozyumda ''Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nden (AB) en ufak bir yardım görmediğini belirterek, "Türkiye'nin, Rusya ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum" demişti.          http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/08/p01.html 
Ulusalcı Erol Manisalı Hoca neredeyse genelkurmayın siyasi sözcüsü gibi dinleniyordu. Bu durum batının derin güçlerinin beklentisi olan Türkiye'nin bölünmesine hizmet edecek bir atmosferi ifade ediyordu fakat uluslararası sermayenin dünyada söz sahibi olmasının zirveye çıktığı günlerdi ve batının bu sermaye ekseninde olan siyasileri Türkiye'yi kaybetmek istemiyordu.
  
        Tayyip Erdoğan seçimleri kazanıp Avrupa ve ABD turuna çıktığında oralarda ilgiyle karşılandı. Tayyip Erdoğan’ın bunu neden yaptığını aslında neyi hedeflediğini herkes biliyordu. Erdoğan için esas engel TSK idi çünkü devam ettirdiği misyon ve kendisi daha 4 yıl önce 28 şubat sürecinde alaşağı edilmişti. Fakat Erdoğan’ın siyasetinde ve  İslamcıların o günkü yaklaşımlarında AB ve reel politike genişletilmiş bir bakış açısı gelişmişti. Bunlar olabilir stratejilerdi ülkedeki zinde güçler bunlar aracılığıyla dizginlenir ülkeye özgürlükler bunlar aracılığıyla getirilebilirdi. Türkiye’de  tek lazım olan şey fırsat eşitliği ve özgürlüklerdi bunlar olursa zaten Ak Parti'nin temsil ettiği kesim ülke kaderinde söz sahibi olabilecekti.
      Bu arada Erdoğan için batıyla bir paralellik de belirmişti bu serbest piyasa ve yabancı sermayeye bakıştı.
 Birkaç açıdan bu iki hususta Erdoğan misyonuna uygunluk vardı. Birincisi ülkede hızlı kalkınma için yeterli sermaye yoktu ve hedefler büyüktü bunun için yabancı sermaye şart idi. İkincisi ülke bir çok yabancı servis tarafından karıştırılmaya çalışılıyordu, iç savaş için bir çok yabancı servis elemanı güneydoğuda cirit atıyordu. Bu servislerin ait olduğu ülkelerin büyük sermayelerine kapılar açılırsa aslında ülke bir nevi bu tür karışıklık girişimlerine karşı sigortalanmış olacaktı. Dünyada söz sahipleri artık bu uluslar arası sermaye şirketleri olmuştu, aslında bu uluslar arası büyük sermayelerin gücü o günlerde ulusalcılar tarafından internet paylaşımlarında yazılıp çiziliyordu. Bu büyük sermaye grupları yatırım yaptıkları ülkelerde karışıklık istemezler.
     Diğer tarafta Erdoğan için Irak'taki Saddam bir tehditti. Bölgede başıbozuk bir devlet kalkınacak bir Türkiye için hele ileriki yıllarda İsrail ve ABD ile ters düşecek politikalar uygulayacak bir Ak Partili Türkiye için büyük tehditti. Bunun örneği 79 yılında devrim yapan İran’da görülmüştü. Saddam o tarihte ABD ve Batı desteğiyle İran’a saldırmıştı.
   
        Irak harekatında Erdoğan'ın bir amacı daha vardı. Kalkınacak ve İsrail'in menfaatlerine dokunmaya başlayacak bir Türkiye’nin PKK gibi bir terör örgütüyle çok sıkıntıya düşürüleceği de bilinen bir gerçekti. Bu Irak harekatında PKK tamamen temizlenebilirdi . O gün Türkiye için çok riskli görünen  Irak harekatına dahil olma kararı, Türkiye için de Irak için de daha sonra gerçekleşecek çok sayıda ölümün önüne geçecekti.
En büyük önemi de ABD tek başına bir İslam ülkesini işgal edebileceğini hiç tecrübe etmemiş daha da önemlisi öğrenmemiş olacaktı.

      İşte tam o günlerde Genelkurmay bu olaylara tamamen başka pencereden bakıyor ABD‘ye o güne kadar olmadığı şekilde şüpheyle bakıyordu, aslında bu bakış açısında haklıydı ama bu konuda çok çaylaktı. Erdoğan’ın temsil ettiği misyon ise  ABD emperyalizmini  çoktan çarpmış bölmüş ve sınırlarını hedeflerini çözmüştü. Bu konjönktürde ABD, Türkiye'de partner olarak kendine Ak Parti’yi bulmuştu. TSK Irakta ABD’yle işbirliğine uzak durdu hatta bazı subaylar bildiğimiz çaylak ulusalcı açıklamalar yapıyordu .
   
      İşte bu olanlar Erdoğan’a büyük krediler açtı. ABD Türkiye’de ‘bizim çocuklar’ dediği TSK’yı  kaybediyordu. Bu kimilerine göre ilahi bir yardımdı kimilerine göre Erdoğan’ın şansıydı. TSK, Türkiye’de  Amerika izin vermeden darbe olamayacağını bilemeyecek kadar çaylak olan bu ulusalcı generallerin yönetimindeydi ve  çuvallamışlardı . O kafadaki, generallerin  yapacakları darbe neticesinde Türkiye’de Baas benzeri bir rejim iktidarı kurulurdu . Bu da tabii ki Baas üyesi Saddam'la uğraşmakta olan ABD'nin hiç işine gelmezdi. Peki o günler Türkiye'de AK Parti'nin alternatifi olabilecek hangi siyasi hareketler vardı? ABD gerçekten Ak Partiye mecbur mu olmuştu? Ecevit'i biliyoruz Saddam’a arka çıkacak kadar olayların farkında olmayan DSP. Kemal Derviş istenirdi ABD tarafından ama sağolsun CHP'liler buna fırsat vermedi. CHP ulusalcı olmuştu ve aynı TSK zihniyetindeydi. MHP zaten olmazdı .Çünkü iktidar olabilecek oy alması mümkün değildi.  ABD'nin 50 yıldır kullandığı merkez sağ partiler ise yolsuzluklarla ve beceriksiz  politikalarla intihar etmişti. Kalıyordu milli görüşün mirasını devralan Ak Parti. Üstelik bu partinin siyaset üreten yazar çizerleri daha bu işler başlamadan 1998 den beri yeni açılımlardan bahsediyorlardı serbest piyasa, özelleştirme, AB, Reel Politik vs.
      
         Ayrıca o günlerde Afganistan'da, Çeçenistan'da, Bosna'da  savaşmış savaşlar sona erince boşlukta kalmış dünyanın bir çok ülkesine mensup radikal görüşlere sahip bir takım müslüman gençlerin terör faaliyetlerine girmeye başlaması batı medeniyetini ciddi manada endişelendirmekteydi. Bu açıdan ilk defa ABD  İslamcılar arasında tehdit ayrımına gitmek zorunda kalmıştı. Ak Parti hareketi batı ülkelerinde  teröre karşı bir fırsat olarak görüldü. Ezilen, sömürülen müslüman ülkelerden Afganistan'a, Çeçenistan'a, Bosna'ya çok sayıda genç savaşmak için gitmişti şimdi bunlar batı için büyük bir tehdit haline gelmişti. Ak Parti bu gençlere demokrasi ile bu işlerin çözülebileceği ümidini verebilirdi. İşte bu yüzden Erdoğan batıda büyük bir merak ve ilgi ile karşılandı. Batı'da Türkiye'ye ve Ak Parti'ye açılan kredinin en önemli tarafı buydu.
Bu amaçla batı Ortadoğu Projesi  adıyla  ekonomik ve sosyal yardımlar şeklinde islam ülkelerini demokratikleştirme yoluyla terörün önünü kesmek istemiş, Türkiye'den de bu konuda yardım istemişti fakat ABD yine hileli planlarını sürdürüp teröre karışan gençleri kontrol altına aldı ve bu BOP projesi başlamadan bitirildi ve yine karıştırma ve fitne operasyonuna dönülmüştü.
ABD bu terör teşebbüslerini El-Kaide şemsiyesine toplamış onun aracılığıyla da tüm dünyadaki bu tür teşebbüsleri deşifre ederek Guantanamo’ya taşımış kendince orada onları ıslah etmiştir.


      Bütün bunlar göz önünde bulundurulmadan ABD Ak Parti ilişkisini doğru tespit edemeyiz. Bu sürecin bir de derin devlet tarafı var ABD eski partnerleri olan kemalist laikler yerine 1990 yılında orta asya türki cumhuriyetlerde başlayan ortaklığıyla geliştirip büyüttüğü gülenci yapılanmayı kemalistlerin yerine geçirmeyi planlamaya başladı. Bu konuyu başka bir yazıda işledik.

https://munekkit.blogspot.com/2016/11/ak-parti-ile-feto-nasl-ortakt.html

Tabiî ki aynı Ak Parti'yi Erdoğan’la beraber doksanlardaki Türkiye’de iktidara %50 ile de gelse, bu iktidarın devamına asla ne TSK müsaade ederdi ne de o günlerdeki müttefiki ABD.

     Bugün gelinen noktada ABD ve Ak Parti ilişkisi aynı minvaldedir diyebilir miyiz?
ABD için çok önemli olan İsrail Türkiye ilişkileri ne duruma gelmiştir?
İsrail'e laf söylenemez büyüsünü Erdoğan kırmıştır . Bu aslında bilenler için İsrail'in en büyük sermayesi ve gücüydü. İsrail kendisine laf atan hiçbir dünya siyasetçisini makamında bırakmamıştır.


         Ak Parti ne 28 Şubat ürünüdür ne de ABD'nin gönlündeki partnerdir. Herkes iyi bilmektedir ki Ak Parti Türkiye ‘islamcılarının’ kırk yıllık siyasi çalışmalarının bugünkü resmidir. 2000'li yıllarda Türkiye ve Dünya da oluşan konjonktürü çok iyi kullanmasıyla Türkiye’de iktidarını perçinlemiş ve dünyada Türkiye’ye çok büyük alan açmıştır.

      Türkiye bugün batı ülkeleri dahil halkın yönetimde en çok söz sahibi olduğu ülkedir. Bu söz abartılı gelebilir ama batının şu anda finans şebekesiyle yaptığı savaşı takip edenler bunun ne anlama geldiğini bilecektir. Türkiye de aynı finans şebekesiyle inişli çıkışlı bir savaş halindedir. Fakat batıda bu savaş cephe savaşı değil kurumlarını ele geçiren bu şebekeyle kanser savaşı vermektedir.
Türkiye bugün ordusuyla, istihbaratıyla tam bir uyum içinde olan ve bu güçlerle cephede savaşan ülkedir.
    
     Türkiye'nin en büyük sorunu ahlak ve din sorunudur. Türkiye 50'lerden beri lüks  ithalatın, lüks tüketim reklamının serbest olduğu ama gelişmekte olan ender ülkelerden biridir. Bu yüzden ahlak bozulmuştur. Din konusunda Osmanlı'dan beri yabancı servislerin kontrol ettiği dini yapıların etkisiyle hurafenin arttığı bir din anlayışı halkın din yaşantısına yerleştirilmiştir. (din konusunda çok önceye dayanan sorunlar var tabi ama bu yazının konusu değil)

    Türkiye artık bağımsız bir ülkedir bundan sonra el birliğiyle ahlak ve maneviyat alanında sıkı bir çalışma yapılmalı ve Türkiye'den liderlik bekleyen ülkelerle beraber batının hızlandırmaya çalıştığı büyük batı-doğu savaşına hazırlanmalıyız.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Cemaat ve Ergenekon

Dokuz yıllık Ak Parti iktidarında bir çok çeteyle ve organizasyonla mücadele edildi. Bunların başında Ergenekon adı altında toplanan hükümete karşı dezenformasyon ve darbe girişimleri gelmektedir.
Bu operasyonlarda herkesin malumu olduğu gibi Fethullah Hoca cemaatinin yargıda ve emniyetteki muhiplerinin gayreti büyüktür.
Şimdi bugün gelinen noktada bu organize suçlarla mücadelede Cemaat adını tek başına almış bu muhipler gurubunun durumu ne olmuştur. Cemaat her seferinde kendisini sözcüleri vasıtasıyla inkar etse de son MİT hadisesinde olayın oluşumu esnasında ve akabinde sözcüleri aracılığıyla açıkça taraf olmuştur. Fakat bu seferki taraflığı Ak Parti hükümeti döneminde ilk defa hükümet karşısında olmuştur.
Ak Parti hükümetleri döneminde cemaat bir kaç defa dışarıya yansımasa da hükümete tavır alma durumunda olmuş muhiplerince bu dar sohbet çevrelerinde dillendirilmiştir fakat basına yansımamıştır.Bu son olayın gelişmesinde 6 Şubat tarihli Fethullah Hocanın sohbetini, ardından sosyal medyadaki ve Taraf gazetesindeki işaretçilerini dikkate almak yeterlidir.
Cemaat bu haliyle , organize suçlara karşı gayretli muhipleriyle kime zararı olabilir. Hükümete olan destekleriyle vazgeçilecek bir güç müdür veya hakkı teslim edilmesi gereken bir gönüllüler ordusu değil midir. Bu noktada Cemaatin hakkı nedir sorusu gelmektedir. Cemaat ülkede siyaseten söz hakkı olan bir güç mü olmalıdır? Yargıda emniyette organize olmuş devleti yer yer kontrol edecek bir güç mü olmalıdır? Bu gücü gerçekten bağımsız bir şekilde hak edecek kadar güçlü müdür? veya buna hakkı var mıdır? Aslında burada hakkı var mıdır?durumu gücü var mıdır? durumundan daha masumdur.
Şöyleki devlette bu kadar organize olabilmiş bir güç belli olmuştur ki esasında hükümetin ani bir hamlesiyle bir çok makamını kaybedebilmektedir. Peki bu aslında çok da sağlam temele dayalı olmayan bu organizasyonun başka bir dayanağı olmadan hayatiyetini devam ettirebilir mi? Yani bütün o balyoz , ergenekon vb operasyonlarda herkesi şaşırtan istihbaratların kaynağı neydi şeklindeki haklı soruların cevaplarını bugüne kadar merak etmememiz işimize geliyor olmalarındandı. Evet Türkiye derin devletine hakim olan laikçi, Atatürkçü, vaktiyle batıcı oluşum son on yılda ABD ve batı karşıtı olmuştu. Hatta 2003 darbesi olsa Türkiye'de bir Baas benzeri rejim kurulacağı ABD tarafından teşhis edilmişti. İşte bu tehdidi Ak Parti , Cemaat ve ABD nin ortak kabul etmesi Ergenekon sürecindeki ortaklığı getirmiştir.
Bugün gelinen noktada halkın %50 sinden oy almış hâlâ anketlerde oyunu yükselten bir hükümet vardır. Çetelerle ve menfaat şebekeleriyle yaptığı başarılı mücadeleler sonucunda terör örgütü PKK'yla olan mücadelesinde de halktan geniş bir kredi almış bir hükümet. Taki örgütle gizli görüşmeleri deşifre olduğu halde halkın güvenini kaybetmemiş kredisi uzatılmış ve genişletilmiştir.
Hükümet bu konuda en büyük gücü halktan aldığını deklare etmekteki haklılığı açıkça ortadadır ve böyle gücü halktan almayan herhangi bir güce karşı da üstünlüğü buradan gelmektedir.

Şimdi geçtiğimiz süreç içerisinde Türkiye dönem dönem derin devlet veya belli oluşumlar tarafından sevk ve idare edildiği herkesin kabuludür. Silahlı kuvvetlerin periyodik olarak yaptığı darbelerde arkasında ABD olduğu bilinen bir gerçektir. Derin devlet oluşumları Komünizm tehlikesi olduğu dönemlerde de radikal İslam tehdidi olduğu dönemlerde de NATO destekli olduğu da bir gerçektir. Yani bağımsız ve bağlantısız bir güç derin devleti oluşturamamıştır ve oluşturması da eşyanın tabiatına aykırıdır.Çünkü bu devleti aşan bir güç gerektirmektedir ve doğal olarak bu aşan gücün menfaatlerine paralel olmalıdır. Günümüze dönersek Cemaatin oluşturduğu bu muhipler yapılanması bağımsız mıdır.Bu güne kadar yapmış olduğu çalışmalarda destek almadığını söyleyebilir miyiz. Bırakalım Türkiye'yi yurt dışındaki çalışmalarında destek aldığı merkez belli değil midir. Bu dünya çapındaki çalışmalarında ABD den destek alması bazı ülkelerde çalışabilmesini cemaate sağlamaları başlı başına bir yanlış değildir. Bu o çalışmaların doğasında olan bir durumdur ve bizim onlara itirazımız yoktur. Ama Cemaatin ülke içerisinde oluşturduğu bu güç Cemaatin önderinin yaşadığı ABD tarafından gözardı edilecek midir? Bu kadar yıldır verilen desteğin bir karşılığı cemaatten istenmeyecek midir?
İşte burada Cemaat mensuplarına yapılacak en büyük iyilik onları bu külfetten kurtarmaktır. Eğer bürokrasideki yapılanması zayıflatılırsa mensupları için en büyük ferahlık olacaktır ve cemaat esas görevi olan gönüllüler hareketine dönüş yapacak ve eğitim faaliyetlerindeki büyük başarılarına yenilerini katacaklardır.
Diğer taraftan ergenekon yapılanması bu minvalde esasen bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Çünkü bu yapılanmanın içerisindeki insanlar artık bugün ulusalcı denilen bir fikre sahiptirler ve bu anlayış onları ABD için güvenilir ortak olmaktan çıkarmıştır. Belki ilerleyen süreçte Türkiye'nin zorlandığı politikalara direnç göstermesi ve bunun neticesinde hükümetin başına çoraplar örülmesi girişimleri bu ulusalcı vatandaşlarımızın ilgisini çekmeye başlayacak ve başta hükümetin müttefikleri olan liberallerin yerini bu kesim almaya başlayacaktır.

10 Şubat 2012 Cuma

MİT OPERASYONU

MİT istihbarat çalışması olarak PKK'yla süregelen mücadelesinde yeni boyut olarak önce PKK nın şehir yapılanması olan KCK ya sızdı. Orda etkili olacak konumlara kadar elemanlarının yükselmesini bekledi. Bu aşmada PKK ile görüşmeler başlattı bu durumda PKK ya sunacağı tekliflerde PKK yı manüple edecek elemanlarına görev düşüyordu. Onlar orada güven kazanmak ve alanlarını genişletmek için doğal olarak KCK yı yukarıya doğru taşıdılar. Aynı elemanlar PKK'yı devletten gelen tekliflerde dirençli olmamaları açısından elemanlar tarafından manüple edilecekti. MİT tekliflerinde alabildiğine bonkör davrandı . Çünkü iş uygulama aşamasına geldiğinde de uygulamaları zararsız hale getirecek olan elemanlarına güveniyordu.


Şimdi göreve geldiğinde İsrail tarafından endişeyle karşılanan Hakan Fidan kendinden beklediği gibi agresif operasyonlarına başladı


Peki bu başarılı süreç kimin işine gelmemiş olabilir .


Cemaatin bu süreçte hükümetle aynı kulvarda olduğu görünüyordu. Ne oldu da bu durum değişti


söz konusu yapılanma neden sürece ters düşt.


Yoksa cemaatin ödemesi gereken çekin günü erkene mi alındı

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...