Türkiye gibi bağımsızlığını anlaşmalarla kazanmış ülkeler
hiçbir alanda kendi başlarına bırakılmamıştır. Bu işin tabiatı gereğidir. Galip
devletler güçleri yettiği halde bir ülkeden çekilirse aslında o ülkeden
çekilmemişlerdir. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok.
Konumuz ekonomi olduğu için bu yazıda sadece o alanı
anlamaya çalışacağız.
Osmanlı’da tüccar
kesim ağırlıklı olarak gayri müslimlerden oluşmaktaydı. Meslek erbabı da
genelde onlardandı. Türk heyetinin beklemediği şekilde Lozan’da mübadele konusu
masaya getirildi ve Balkanlarda toprak ağası ama okumamış Türkler ile Anadolu’daki
sermaye sahibi ve meslek erbabı gayri müslimler mübadele edildi. Türkler
tarlalarını getiremedi ama gayri müslimler mesleki birikimlerini ve
sermayelerini alıp gittiler. Neticede Türkiye’de iş yapacak insan sıkıntısı
başladı.
Devlet bunu çözmek için yeni zenginler oluşturmak durumundaydı
ve o günün siyasi alanda öne çıkanları ve yüksek bürokratları batıya dönük
insanlardı. Bir çoğu localara bağlıydı, Osmanlı’dan kalma okumuş ve sermaye
sahibi kripto yahudiler vardı ve İslam
dinini her türlü geri kalmışlığın tek sebebi gören ‘’laikçi’’ batı hayranı,
okumuş bir kitle vardı. İşte bu siyasi ve bürokratik güç, bir iki istisna
dışında devlet eliyle sadece kendilerine yakın insanları zenginleştirdi. 20 yıl
öncesine kadar zengin aileleri herkes
bilirdi, sektörler paylaşılmıştı aralarına girmeye kalkan Anadolu sermayesi
hemen çökertilirdi. Kimseye imkan tanınmazdı. Bu sermaye sahipleri kendilerine paravan birkaç zengin daha
çıkartmıştı bunlara da medya verildi. Bu zenginlerin şirketleri yeni bir marka
yerine hep dışarıdaki şirketlerin distribütörlüğüne razı oldular. İçeride
üretseler bile bunu dışarıdaki markalar adına yaptılar. Bu distribütörlük
anlaşmaları bu şirketlerin elini kolunu bağladı yeni bir marka çıkartmak bu
şirketler için gündem dışında kaldı. Neden yerli otomobile devlet desteği
vadedildiği halde bu büyük holdingler giremedi. Babayiğit aranıyor sözü neden
söylenmek zorunda kalındı. Herkes biliyor ki bu ülkede yerli otomobil üretilse
yok satacaktır ama büyük firmalar buna yanaşamadı. Çünkü belki yüzyıllık distribütörlük
anlaşmaları bu sermayeleri bu alana girmekten alıkoydu. Peki bu ülkede
teknolojik gelişme, sanayinin gelişmesi
ve markalaşması hangi sermaye ile olacaktı?
Bu durumda hem anlaşmalarla bağlı olmayan, hem halkın
kültürü ve diniyle barışık bir sermaye zorunluluğu ülkenin kalkınması için şart
olarak görülmekteydi.
Bağımsız devletin iki ayağı vardır, biri bağımsız yerli
anlayışa sahip bürokrasi diğeri yerli bağımsız sermaye. Bunun ilk bölümü yani
bürokrasi ayağı geçtiğimiz 16 yılda büyük oranda çözüldü. (kalitesini
konuşmuyoruz o ayrı bir bahis) Bürokrasiyi yerlileştirmek zorlu bir süreç oldu,
bunun için aynı güçlerin daha önce dindarları bölmek için koruyup kolladığı
Fetö yapılanması kullanılmak zorunda kalındı. Bu konuya şu yazıda değinmiştik.
İkinci ayağı olan yeni bağımsız yerli sermaye oluşturmak
hedefi de yeterli olmasa da belli oranda yapılabildi. Tabi fetöyü kullanmak
nasıl bazı komplikasyonlara sebep olduysa yeni sermayenin oluşturulmasında da
beklenen sorunlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bürokrasi ıslah edilirken adil
görülmeyen bazı uygulamalar yapılması nasıl zorunlu idiyse sermaye konusunda da
bunlar oldu. Büyük ihalelere eski holdingler dahil edilmedi bu holdingler de
buna tevessül etmedi çünkü devletle iş yapmanın ne demek olduğunu iyi
biliyorlardı. Zaten eşit bir ihale ortamı sağlansa Türkiye’de bütün işleri eski
holdingler alırdı, hiçbir yeni şirket onlarla rekabet edemezdi.
Bağımsız sermaye çok mu önemliydi?
Evet mesela medya bu sermayenin kontrolü altındaydı. Aydın
Doğan, Erol Aksoy, Dinç Bilgin bunlar bir anda zenginleştirilmiş medyaya hakim
kılınmış isimlerdi. Atv Sabah grubu tek başına Dinç Bilgin’in elindeydi. Dinç
Bilgin’in ne müteahitlikten ne sanayiden
hiçbir geliri yoktu ama devletten ve sermayeden nasıl bir destek alıyor idiyse, bu
medya grubunu rahatlıkla çekip çeviriyordu. Yeni dönemde Atv Sabah grubu önce
Çalık grubuna satılmış, grup bir süre sonra yükü taşıyamadığı için devretmek
istemiş onun yerine ancak beş büyük şirkete bu yük verilmiş onlar da bunun ağır
bir yük olduğunu her yerde gündeme getirmişlerdir. Eskiden hiçbir işi olmayan
bir kişi tek başına büyük bir medya grubunu idare edebiliyordu şimdi bütün
büyük ihalelerde ortak olan 5 grup aynı medya grubunu ayakta tutmakta
zorlanıyor demek ki eski dönemdeki gibi bunlara teşvik, fatura ve hayali
ihracat gibi havadan paralar verilmiyor. Aydın Doğan’a Dış Bank 17 milyon
dolara İş Bankası kredisiyle verilmiş yine düşük bir bedelle Petrol Ofisi
verilmiş bu iki şirketi Aydın Doğan birkaç yıl sonra 3.5 Milyar dolara son
yıllarda da elindeki diğer medya şirketlerini de beraber toplam 5.2 Milyar
dolara satmıştır. Yeni dönemde destek gördüğü bilinen, birçok ihale bitiren bu 5 grubun toplam değeri halen 5.2 milyar dolar değildir. Düşünelim önceki
dönemde Aydın Doğan grubu, bir banka müdürüyken medya banka sahibi olan Erol
Aksoy hangi inşaat veya sanayi yatırımıyla zenginleşmişti. Bu isimler o dönemin
çok zengin ve en etkili isimleriydi. Yine bir başka banka ve medya sahibi isim
Mehmet Emin Karamehmet, bunlardan farklı olarak aileden varlıklı biriydi ama
ciddi hiçbir sanayi tesisi olmadığı halde Türkiye’nin o dönemde en zengini
olmuş, tekel haline getirilen Türkcell ile dünya zenginler listesinde 29. sıraya
çıkmıştı. Bahsettiğimiz gibi diğer büyük sermaye grupları da kripto
yahudilerden ve distribütörlük anlaşmalarıyla
yatırım alanları kısıtlanmış şirketlerden oluşuyordu.
Bu düzende yerli bağımsız sermaye oluşturulmadan ülkenin
bağımsızlığa kavuşması, teknoloji ve sanayi açısından gelişmesi mümkün
olmayacaktı. Yeni sermayenin oluşması için yatırımlarda yeni gruplar tercih
edildi bu süreç tabii ki bir kısım girişimci ve bürokrat tarafından istismar edildi. Yine
fetönün bu süreçte her alanda büyük pasta kapmak için bürokratları bazen
tehditle bazen dini duygularını istismar etmek yoluyla kullandığı ve yozlaşmayı hızlandırdığı
da bir gerçektir.
Türkiye’nin eski düzenden kurtulması için yaşanması gereken
bu süreçte doğal olarak en çok inşaat yatırımları yer tuttu. Özel sektör bir taraftan üretime
yöneldi fakat marka üretmekten çok yan sanayi, avrupa sanayisine fason üretim
şeklinde gelişti. Türkiye’de ihracatın 2002’de 36 milyar dolarken şimdi 160
milyar dolar olması ülkede ciddi bir üretimin de yapıldığı anlamına gelir. Dünyada
sanayi üretiminde yatırımların uzakdoğuya kaydığı dönemi de yaşadığımızı
unutmayalım. Euro bölgesinin dünya ihracatındaki payı 1999 yılında %39.3 iken
2015’te bu oran 25.6’ya düştü. Çin’in aynı oranları 3.1’den 11.6’ya çıktı.
Bununla beraber Türkiye eğer kendi markalarını üreten bir
sanayi ülkesi olmuş olsaydı ve ihracatı buna dayalı olsaydı, yapılan son ekonomik operasyonda ekonomik
olarak tamamen çökertilebilirdi. Sanayi ülkesi olmak sadece üretmekle değil
dünya piyasasında bunu devamlı satabileceğiniz piyasaya da bir siyasi güçle
hakim olmanızı gerektirir. Aksi halde en küçük ambargo operasyonunda
firmalarınız çöker.
Türkiye ABD’nin bir eyaleti gibi çalışan bir Güney Kore
değildir. Güçlenmesini tehdit olarak gören dünyanın en güçlü ülkeleriyle örtülü
bir savaş sürdürmektedir. Bu durumdayken hakim olmadığınız pazarlar olmadan
batı ülkelerine mal satarak kuracağınız sanayii en büyük zaafınız olurdu.
Türkiye yaşanması gereken süreçleri bazı yol kazalarıyla
beraber bugüne kadar iyi bir şekilde getirmiştir. Nasıl fetö yapılanmasından
kurtulmak için 15 Temmuz darbe girişimi Allah’ın bir lütfu olduysa. Şımaran
yeni sermayenin , israf eden devletin, yozlaşan bürokrasinin, yerli tüketim
hassasiyetini anlamamış halkın uyanması, terbiye olması için bu son döviz
operasyonu da Allah’ın bir lütfu olmuştur.
Yaşamak zorunda olduğumuz bu süreçlerden sonra şimdi;
dünyada yeni, gerçekten hakim olabileceğimiz pazarlar edinmek, yeni sermaye
sahiplerini üretime, ihracata yönlendirmek, halkın yerli tüketim bilincini diri
tutmak ve yozlaşan bürokraside liyakati esas almak suretiyle yolumuza devam
etmeliyiz.