28 Aralık 2018 Cuma

Mehmet Akif Ersoy'un uydurma hadisleri kullanan hocalara karşı yazdığı şiir

Mehmet Akif Ersoy, uydurma rivayetler yoluyla dini ifsat etmekte olan hoca görünümlü kişilerle mücadele etmiş biridir. Bu konuda şiirleri vardır. Bunlardan birini paylaşıyorum.
Akif bu şiirde dikkat çektiği noktalardan biri, güya iyi niyetle “İslâmiyet’e teşvik için hadis uydurmak câiz olur (yecûzü fi’tterğîb)” yaklaşımını ve bunun nelere sebep olduğunu dile getiriyor.
Bugün meşhur vaizlerden biri (Cübbeli Ahmet)
bir vaazında şu rivayeti açıkça kullanmıştı. ‘’Benden size benim söylemediğim güzel bir söz naklolunacak olursa, ben onu söylemişimdir’’
Bu bir hadis rivayeti olarak geçmektedir fakat hadis alimleri (Buhari, İbn-I Hacer, İbni- Hazm) bu rivayetin çok sıkıntılı, rivayetlerine itibar edilmeyecek ravilere sahip olduğunu bildirmektedir. Buna rağmen bu rivayeti kullanarak bize güzel gelen her rivayeti Resulullah’a isnat edebiliriz demiştir bu zat. (Bu zatı gündeme almaya değmez demeyin twitter'da yüksek katılımlı bir ankette en güvendiğiniz hoca hangisidir sorusunda %55 ile Cübbeli Ahmet öne çıkmıştı, anket şıklarında dönemin Diyanet İşl. Bşk Mehmet Görmez de vardı)
Bu ''İslâmiyet’e teşvik için hadis uydurmak'' durumu İslam tarihinde vaizler tarafından çok kullanılan bir usul haline gelmişti.
Akif şiirin devamında hadis usulcülerine göre en sahih kabul edilen hadislerinden birini hatırlatıyor.
“Kim benim adıma bile bile yalan isnad ederse, ateşteki yerine hazırlansın’’ (Men kezebe aleyye müteammiden fe’l-yetebevve’ mak’adehû mine’n-nâr) (Buhârî, İlim, 38; Tirmizî, İlim, 8.)
Akif burada rivayetler üzerine din kuranların nasıl bir tenakuz içerisinde olduğunu da zikretmiş oluyor.

Kur'an'ın benzeri bir sure bile getiremezsiniz ayetinin anlamı

Kur’an’da insanlara Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi konusunda meydan okuma vardır.
Bu meydan okuma, bir sure bile getiremezsiniz şeklinde büyütülmektedir.
Söz konusu ayetlerde bir sure bile yazamazsınız denmemekte, getiremezsiniz denmektedir. (Hud 13, İsra 88, Bakara 23)
Çünkü ayetler, insan açısından temin edilen, alınan şeylerdir.
Bir surenin dahi yazılamaması, edebi açıdan veya bilgi açısından imkansız bir şey değildir.
Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün şâhid (yardımcı)larınızı da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). (Bakara 23)
Burada insanların Allah dışında bütün yardımcıları toplayarak dahi elde edemeyecekleri şey, bir ayeti Allah’tan almaktır. Yani kelimelerin ayet olması demek, onların Allah’tan alınması demektir.
İşte insanların toplanarak yapamayacağı şey Allah murad etmedikçe ondan ayet almaktır, yoksa birkaç kelimeyi peş peşe düzmek değildir. Kur'an'ın tümü için bu imkansız olabilir ama bir kısa sure için bu yapılamayacak bir şey değil.
Yüksek bir zeka düzeyine ulaşmak, yüksek algı düzeyine ulaşmak, bilince önceden kodlanmış bir bilginin vakti ve ortamı gelince tebarüz etmesi vb. bu meydan okumanın konusu olamaz, çünkü bunlar insanın ulaşabileceği şeylerdir.

27 Aralık 2018 Perşembe

Atatürk Nereye Kadar

Evet Atatürk konusu ülkeyi gerçekten bölecek bir çatışma dinamiği taşıyor. Çünkü halkın bir kısmında da bir karşılığı olan bir Atatürk sevgisi bu ülkede yerleşmiş durumda.
Fakat Atatürk’ü bu konuda istismar eden, bununla eski günlerdeki gibi yine halkı sindirmeyi arzulayanlar ve buradan iktidara darbe vurmaya çalışanlar şunu da dikkate alsın.
Bu iş, arşivleri elinde bulunduran iktidarın bunları açıp Atatürk’ün dini inanç durumunu ve ülke yönetimindeki zaafları hakkındaki gerçekleri ortaya dökerek bunu yerli ve yabancı muteber tarihçilere söylettiği zaman halkın nazarında her şey bir anda değişebilir.
Bu durumu belli bir kesim zaten biliyor buradan bir şey çıkmaz diye düşünülmesin bu konu henüz halkın gündeminde değil ve bir konu halkın gündemine nasıl sokulacağı konusunda bu devlet uzmandır.
Bu konudaki en büyük hayal kırıklığı, bir gerçeğin sahibi tarafından ve taraftarları tarafından gizlenmesi olacaktır. Bu gizlemenin doğuracağı hayal kırıklığı, kahramanlıkla bir arada bulunamayacak olan cesaretsizlikten başlar halkın ahmak yerine konmasına kadar giden bir çok kızgınlık duygusunu patlatabilecek bir potansiyeli taşımaktadır.

Fetö'nün kendi insanlarına yaptığı zulüm

Kadir Mısıroğlu’nun konuşmalarından kavga çıkartacak sözleri bulmak, bazı hocaların vaazlarından yapılan cımbızlamalar, kıyıda köşede kalmış Diyanet fetvalarını ortaya çıkartmalar, ancak devlet içerisinden birilerinin bilebileceği uygulama aksaklıklarını ortaya çıkartmalar, Atatürk üzerinden sinir uçlarına dokunacak çatışma çıkartma girişimleri;
Bunlar klasik laikçi bilgisini ve aklını aşan provokasyon girişimleridir. Bunlar iki tarafı da tanıyan bir akıl tarafından üretilen fitne girişimleri olduğu çok açıktır.
Bu fitne merkezini hepimiz iyi biliyoruz.
Eğer Fetö bağlantısı yüzünden işinden atılan, içeri atılan, hayatı kararan binlerce insanı gerçekten düşünüyorsa bu fitne merkezi. Bu fitne hareketlerini denemeyi bırakır.
Bu ülkede eğer bu bahsettiğimiz ayrıştırma saldırıları olmasa çok kısa zamanda normalleşme olur herkes işine bakar. Toplumda oluşacak bu barış havası; işinden, hayatından olan binlerce insanın normal hayatına dönmesine sebep olacak bir yargısal yumuşamayı da getirir belki toplum vicdanında bir affetme duygusunu da geliştirebilir.

Tevhid inancına ulaşmanın aracı selim akıldır ama bedel ödemeden sorgulama yapılmaz


Selim akıl, inanç konusunda kendini ancak vahiyle test edebilir. Tevhid inancı, nefsin egosuna, arzularına terstir ama akıl ve fıtrat bu noktada örtüştüğü için sahibini mutmain kılar. Bununla beraber insanlar arasında en az taraftar bulan yoldur. Tevhid inancı dinamiktir, insanın devamlı sakınmasıyla (takva) , sürekli bir gayretle nefsiyle ve vesvesecilerle savaşarak istikamette tutabileceği bir yoldur (sarp yokuş).
Tevhid üzerinde kalmanın gerektirdiği gayret ile onu bulmanın gerektirdiği gayret insanlar için eşit durumdadır.
Bu durum İslam diyarında doğanlar ile diğer insanları eşit kılar.
Düşünen, sorgulayan akıl, nasıl tevhid istikametinde tutunabilir?
Bunun yolunu yine bize Yaratıcı öğretmiştir.
Salat ve infak ile nefs devamlı eğitime tabi tutulmalıdır.
İnsan sorgulamalıdır ama sorgulama dozunu artırdığı oranda salat ve infakı artırmalıdır.
Yüksek hız, buna uygun donanım ve güç gerektirir.
Salat, dini ayakta tutacak amellerdir bunların başında namaz gelir. Namaz, sabah akşam devamlı yapılabilen bir ibadettir. İnsan zihni devamlı saldırı altında olduğu için devamlı bir ibadete ihtiyacı vardır.
Salat ve infak Kur’an’da birçok yerde iman esaslarıyla birlikte anılır. Çünkü bunlar tevhidin gıdasıdır.

Eski Türkiye ve Yeni Türkiye'de Torpilcilik


Türkiye’de zenginlik, fırsatlar, makamlar arttı mı? Arttı.
Eski Türkiye’de bunları paylaştırmak için tek bir fraksiyon vardı. Atatürkçülük adı altında toplanan laikçiliği tek maharet sayan bir fraksiyondu bu.(Uğur Mumcu’nun “Bu memlekette banka soyarken kar maskesi, ülke soyarken de Atatürk maskesi taktılar” diyerek dikkat çektiği gibi) Devlete etki edebilecek çok az STK vardı. Atatürkçü Düşünce Derneği, ÇYDD, Lions belki bir iki tane daha ama bunlar arasında geçişkenlik vardı birinde yönetici olan diğerinde de olabilirdi.
Makamlar da azdı eski Türkiye’de, şimdiki gibi öğretim üyelerinin, sanatçıların yer aldığı kurullar yoktu. Kamu Denetciligi Kurumu, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu gibi kurumlar da yoktu. Bunların yerine derin devlet vardı, o gücü de dolaylı olarak ABD hakimdi.
Eski Türkiye’de zenginliğin paylaşılması ve makamların paylaşılması kolaydı, hem para azdı hem makamlar azdı ve bu imkanların kimlere açık olduğunu da halk bilir ve bu yüzden ‘’haddini bilirdi’’. Her işe her makama talip olmazdı. Mesela yüksek yargıda bırakın Refah Partili birini MHP'li bile bulunamazdı.
Şimdi torpil yok mu? Var tabii ki.
Ama ülkenin yarısı Ak Partili diğer yarısı da bunların eşi, dostu, akrabası. Türkiye’de onlarca STK, dini yapı, meslek teşkilatı, il ve bölge dernekleri faaliyet gösteriyor ve bunlar siyasetçi üzerinde etkili olabiliyor ve bunların hepsine her vatandaş bir çeşit ulaşabilir durumda. Dolayısıyla da bu rekabet, çok hikaye çok dedikodu doğuruyor.
Liyakat ne durumda? İşte burada ülke olarak iyi sınav veremiyoruz. Çünkü Türkiye halkına yerleşen şöyle berbat bir anlayış var ‘’Eğer bir yere gelmeyi becerebiliyorsan hak etmişsindir’’. Bunun bir partiyle/fraksiyonla ilgisi yok. Bunu da herkes bal gibi biliyor.

Türkler Anadolu’da devlet olmayı İslam'a girmelerine borçludurlar.

Bu yazı ateistler ve İslam ile derdi olanlar içindir.
Türkler Anadolu’da devlet olmayı İslam'a girmelerine borçludur.
8. yüzyılda Türkler kendi aralarında çatışma halindeydiler. Düşmanları olan Çin, T’ang hanedanlığı hakimiyetindeydi. 618-907 yılları arasındaki bu hanedanlık dönemi Çin tarihinin en parlak dönemlerinden sayılmaktadır.
Çin’in müdahaleleriyle Göktürk hakimiyetine karşı Basmıl, Karluk ve Uygurlar ayaklanmışlar, bu grupların isyanları neticesinde Göktürk Kağanının başı kesilerek Çin başkentine gönderilmiş daha sonra Basmıl reisi, Uygur ve Karluklar tarafından öldürülmüştü.
Çin orduları Tanrı Dağlarının kuzeyindeki Tokmak’ı aldıktan sonra Batı Türkistan istikametinde ilerlemeye başlamış, bu ilerleyişin hedefinin Taşkent olduğu bilinmekteydi.
Türkler bu durumdayken
Müslümanlar, bugünkü ülke adlarıyla ifade edersek; İran. Kuzey Afrika’nın tümü, Arap Yarımadası, Yemen, Sudan, Pakistan ve Afganistan’ı içine alan büyük bir devlet ve güçlü ordulara sahip durumdaydı.(Emeviler, büyük devletler içerisinde toprakları en geniş 5. devlet olarak tarihe geçmiştir)
Türklerin bu müslüman birliğini aşıp Anadolu’ya yaklaşma şansı yoktu. Türkler müslüman olduktan sonra Abbasi Devleti’nde yönetimde söz sahibi olmaya başladılar, boylar halinde Anadolu kapılarına kadar geldiler ve islamlaşmaya başlayan Anadolu’da zulüm gören müslümanları kurtarmak için motive oldular ve Anadolu’ya ordularıyla girdiler.
Yani Anadolu’yu yurt edinen Türkler eğer müslüman olmasalar Orta Asya’da diğer Türk boyları gibi dağınık devletlerden biri olarak kalacaklardı. Dünya sahnesindeki etkileri Özbekleri geçmeyecekti.
Anadolu bugün yine İslam toprağı olacaktı ama adı Türkiye olmayacaktı.

Ateistler, Kur'an'ı geleneğin getirdiği tortularla okuduğu için İslam'ı anlayamıyor

Şahit olduğumuz kadarıyla Türkiye ateistleri ve deistleri dinden çıkmak noktasına gelmelerini açıklarken, köprüden önce son çıkış olarak gördükleri Kur’an’ı okumalarını gösteriyorlar.
Fakat bunu yaparken çocukluktan beri güven duydukları kültürü terk ederken Kur’an’ı o bilinçaltındaki kültürün oluşturduğu tortularla okumaya anlamaya çalışıyorlar. Ben o kültürü kafamdan sildim, rivayetlerin sorunlu olduğunu biliyorum, zaten onlara güvenmediğim için arayışa geçtim sözleri bizce bilinçaltı için geçerli değildir.
Diğer taraftan okudukları Kur'an mealleri büyük oranda rivayet kültürü esas alınarak meallendirilmiştir.
Burada yapacakları ne olabilir?
Herkesin Kur'an'ı anlayacak kadar arapça öğrenmesini tavsiye edemeyiz bu mümkün de değildir bu Allah'ın muradı da olamaz.
Peki nasıl olacak?
İnsan öncelikle içindeki sese, tabiata, hayatın kendisine, dünyada dönüp duran döngüye bakarak bir Tanrı inancına ulaşabilir.
Buna ulaştıktan sonra yüce, mükemmel, hiç kimseye ihtiyacı olmayan bir Yaratıcı inancına ulaşır.
Tanrı'nın mükemmel olması zorunludur. Çünkü mükemmel olmayan sonsuz surette hayatta kalamaz.
Kimseye ihtiyacı olmayan mükemmel bir varlık eğer bu alem gibi afetlere maruz, insan gibi değişik kabiliyet ve bahta sahip bilinçli varlıklar yaratmışsa, bunları mutlaka bir yerde eşitlemeli ve kendi aralarındaki hesabı görmelidir. Aksi halde Yartıcısını bulan ve ona iman eden bilince haksızlık etmiş olur.
Böyle bir yaratıcı inancına sahip olan kişi, Yaratıcı’nın insana bir mesaj göndermiş olma ihtimalini düşünür. Dünya tarihinin, kendisine Yaratıcı tarafından insanları uyarması için vahiy geldiğini beyan eden elçilerle dolu olduğunu görünce buna mutlaka ilgi duyar ve bunu asla ihmal edemez.
Bu inanç ve ilginin ona verdiği bilinçle, indirilmiş olduğu iddia edilen kitapları yanlış bulmak için değil Allah’ı o kitaplarda bulmak için incelemelidir.
Çünkü her akıllı insan bilir ki bu kitapları nakledenler, meallendirenler, tefsir edenler insanlardır ve bu kitaplar bir dönemde bir coğrafyada inmiştir ve İnsan değişen, değer üreten, alışkanlıkları olan bir varlıktır. Bu yüzden kendince anlamsız bulduğu şeylerin bir başkası için anlamlı olabileceğini, şartların farklı ihtiyaçlar ve değerler geliştirebileceğini bilir. Bunlara takılıp en başta zorunlu olarak bulduğu mutlak yaratıcı fikrinden caymaz/cayamaz. Çünkü bütün bu şeyler baştaki yaratıcı fikrinden daha büyük kesinlik ifade etmez. Tıpkı matematikteki gibi bir sayıda, başta olan ‘’bir’’ rakamı sağındaki sekizlerden, dokuzlardan daha büyük değer taşır. Diğer taraftan imtihana tabi tutulan mide değil akıldır. Midenizi bulandıran şeylerin sebebi sizin rahatsızlığınız veya alışkanlıklarınız olabilir. İmtihana tabi tutulan göz de değil, bu yüzden Kur'an'da ifşa da aranmamalı. Akıl dışında hiçbir kabiliyetimiz imtihana muhatap olamaz bu imtihanın mantığına terstir.
Kur’an’ın korunacağını ifade eden ayette adı ‘’Zikir’’olarak geçmektedir.(Hicr 9)
O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dır." (Sad-87)
‘’Hatırlatma’’
Akıl için hatırlatma yeterlidir.
Siz hatırlatma rehberinde metaforlara, deyimlere, kültüre takılırsanız siz konuyu anlamadınız demektir.

Namaz


İslam’da hiçbir ibadet sadece kişiyi ilgilendirmez. Bütün ibadetler insanın diğer insanlarla ilişkisini düzenler. İbadetler, Yaratıcı'ya bir fayda olsun diye yapılmaz.
Yaratıcı ile ilgili olan O'nu hatırlamak, tenzih etmek ve yüceltmektir. Bunlar da insana kulluğunu hatırlatır, yerini ve haddini bildirir böylece mütevazı olmasını sağlar.
Zekat, hac, oruç hepsi toplumu ilgilendiren, birlikte icra edilen, insanı diğer insanlara faydalı, anlayışlı, haberdar kılan, hallerinden anlamayı sağlayan ibadet şekilleridir
Namaz da aynı amaçla icra edilir.
Namaz, içerisinde tekrarlanan ayetler, sözler itibariyle insana kulluğunu, yaratılmış olduğunu, aciz olduğunu hatırlatan tekrarları barındırır. Bu şekilde insan eğitilir.
İnsanın bu eğitimi neye yarar?
İnsanın diğer insanlara karşı daha az zararlı, daha faydalı olmasını sağlar.
Enaniyet sahibi, bencil bir insanı ele aldığımızda, (ki her insanda bu durum az veya çok vardır) namaz kıldığı halde ve namaz kılmadığı halde diğer insanlara karşı davranışında bir miktar değişiklik olur.
Böyle bir insan namaz kıldığında 9 birim kötü oluyorsa, namaz kılmadığında 10 birim kötü olur.
Olur mu? Mutlaka olur. Namazda ne dediğini bilen biri, alnını yere koyan , eğilen biri, nefsini az veya çok mutlaka bir miktar sınırlar.
Bu sınırlama kişiye göre değişebilir ama mutlaka bir fark olur.
İşte bu fark, sizin namaz kılmadığınızda diğer insanlara karşı o kadar kötü olmanız demektir. Bu da kul hakkıdır.
Yaratıcı, yarattığı insana bunu yaparsan diğer insanlara daha faydalı, en azından daha az zararlı olursun demiştir,
Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru gereğine uygun olarak kıl! Çünkü namaz (doğru ve şuurlu eda edildiği taktirde), insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı hatırda tutmak ise muhakkak en büyük (ibadet)tir. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut 45)
Siz nefsinizi kullanma kılavuzuna göre kullanmazsanız, bilerek çevreye zarar veren bir varlık olmuş olursunuz. Bu durumda namaza devam etmeyen kişi güzel ahlak konusunda hassas olduğunu iddia edemez.

Prof Dr Mustafa Öztürk ve Gelenekçiler

Gelenekçiler Mustafa Öztürk hocayı hedef haline getirdiler. Saldırının sebebi Mustafa hoca bir tebliğinde bir takım görüşleri aktarması ve bazı konularda onlara katıldığını beyan etmesi.
Savunduğu meselenin esası, vahyin mahiyeti hakkındaydı.
Kur’an Resulullah’a mana olarak mı indi, lafız olarak mı indi? Yani ayetler, Resulullah’a okunduğu gibi mi verildi, yoksa mana bildirildi Resulullah bunları konuşulan dile çevirdi ve bunları dile getirirken Resulullah’ın insani yönü etkili oldu mu?
Mustafa hocanın Kur’an’ın bağlayıcılığı konusunda bir itirazı yok. Kur’an’ın İslam dininin kitabı olduğuna itiraz etmiyor, Tabii ki Kur’an Allah’ın kitabıdır demeye devam ediyor.
Sadece ayetlerin dile dökülmesinde Resulullah faktörünü öne çıkarıyor, bazı konularda Resulullah’ın inisiyatifinin de önemli olduğunu dile getiriyor.
Bu noktada gelenekçilerin savunduğu din anlayışıyla bu anlayışın pratik sonucu aynı değil mi?
Gelenekçiler, Resulullah’ın hadislerinin de vahiy kaynaklı olduğunu, aynı ayetler gibi bağlayıcı olduğunu savunmuyorlar mı?
Mustafa hoca bir süre önce Kur’an’ın Sünnet’e olan ihtiyacı Sünnet’in Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır demişti. Bu söz gelenekçilerin çok hoşuna gitmiş, Hoca bu sözün kalkan olmasıyla 3-4 yıl saldırıdan kurtarmıştı.
Şimdi gelenekçiler şiddetli bir saldırı başlattılar. Saldırının sebebi, Kur’an’ın Resulullah’ın sözü olma iddiası ve dinin teşekkül etmesinde Resulullah’ın inisiyatifinin etkili olması.
Halbuki gelenekçilerin şiddetle savundukları şey;
Resulullah’ın sözlerinin bağlayıcılık açısından Kur’an gibi olduğu, aynı Kur’an gibi vahiy kaynaklı olduğu, Buhari ve Müslim çökerse dinin çökeceği olduğuydu.
Bu durumda tarihselcilerle gelenekçilerin savundukları din anlayışının pratik sonucu aynı olmaktadır.
Mustafa hoca, Kur’an’ın anlaşılmasında ayetlerin bağlamı, sebebi nüzulü, en çok da Resulullah’ın psikolojisi ve içinde bulunduğu toplumun sosyolojisi iyi bilinmelidir diyor. Yani dini doğru anlamak konusunda rivayetlere bağımlıyız.
Gelenekçiler işi daha geriye götürüp her şeyin asıl var olma sebebi Resulullah’tır. Onun her söylediği vahiydir, Kur’an-Sünnet bir bütündür. Kur’an tek başına bir şey ifade etmez, İslam’ı biz ancak Rasulullah’ın açıklamalarıyla ve uygulamalarıyla hayatımıza aktarabiliriz diyorlar.
Ayrıca bugün kendini Ehl-I Sünnetin en iyi savunucuları sayan tasavvuf ehli vahyin kaynağına değişik anlatımlarla Resulullah'ı da eklerler. (Resulullah’ın vahyin alındığı perdenin arkasında olması, aslında Cebrail’in Kalb-i Muhammedi olduğu vs)
Bu tartışmanın, ilerleyen dönemde çok verimli sonuçlara gebe olduğu anlaşılmaktadır. Gelenekçiler bu konuda savunmaya geçtiler ve en çok kullandıkları argümanlar;
Kur’an’ın insan sözüyle asla bir tutulamayacağı ve sadece ayetlerin hiçbir değişikliğe uğramadan bize ulaşacakları konusunda korunmuş oldukları yönünde birleşmektedir.
Hayırlara vesile olur inşallah.

21 Aralık 2018 Cuma

Ak Parti'nin en doğru stratejisi en baştan medyayı sömürü düzeninin kontrolünden kurtarmasıdır.


Türkiye gibi bağımsızlığını anlaşmalarla kazanmış ülkeler hiçbir alanda kendi başlarına bırakılmamıştır. Bu işin tabiatı gereğidir. Galip devletler savaşla işgal ettikleri ülkelerden güçleri yettiği halde çekilirse aslında o ülkeden çekilmiş değillerdir. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok.
Öncelikle o ülkede bağımsız sermayenin büyümesini engellerler. Kendilerine bağlı ve bağımlı yeni bir sermaye oluştururlar.
Bunun ilk adımı Lozan'da atıldı
Osmanlı’da tüccar kesim ağırlıklı olarak gayri müslimlerden oluşmaktaydı. Meslek erbabı da genelde onlardandı. Türk heyetinin beklemediği şekilde Lozan’da mübadele konusu masaya getirildi ve Balkanlarda toprak ağası ama okumamış Türkler ile Anadolu’daki sermaye sahibi ve meslek erbabı gayri müslimler mübadele edildi. Türkler tarlalarını getiremedi ama gayri müslimler mesleki birikimlerini ve sermayelerini alıp gittiler. Neticede Türkiye’de iş yapacak insan sıkıntısı başladı.

Her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de yeni sermaye devlet desteği ile oluşmaya başladı. Sanayi konusunda yerli üretim devlet eliyle bir miktar yapılmaya çalışıldı ama asıl tüketim ürünleri konusunda özel sermaye dışa bağımlı olma kolaycılığını tercih etti ve devleti de bu konuda istediği gibi kullandı.
Ülkede belli kesimden birilerine dünya çapındaki sanayi kuruluşları distribütörlükler verdi ilk dönem hükümetlerinin mensupları ağırlıklı olarak bilinen locaların temsilcileri olduğu için aynı loca çevresinden insanların elinden tuttu ve neticede Türkiye'nin zenginleri distribütörlük anlaşmalarıyla dışarıya bağımlı ve belli ideolojinin emri altında oluştu gelişti. Doğal olarak dünyadaki gibi bizde de medya sermayenin elinde ve kontrolünde oldu,
Demokrasi denen şey, medyanın ve lobilerin isteklerinin halkı manipüle edip onlara onaylatılması olduğunu artık herkes anlamış vaziyettedir. Dünyada medyanın hangi sermayenin elinde olduğu herkesin malumudur.
Hükümetler doğru yapsa da medya istediğinde halkı hükümet aleyhine çevirebilir. Menderes halka yararlı işler yaptığı halde medya, birkaç yıl içerisinde halkı Menderes'e darbe yapılmasına ikna etti ve bir yıl içerisinde de asılmasına ikna etti. 1955 yılında Menderes'i asacağız deseydiler halk aynı 15 Temmuz gibi sokaklara dökülürdü. Aynı şey Erbakan hükümetine de yapıldı benzer şekilde dünyada da bu iş aynı şekilde yürümüştür yürümektedir.
Ak Parti iktidara geldiğinde medya %95 oranında Ak Parti aleyhindeydi. Parti politika ve strateji gereği medyayı kontrol etmek zorundaydı bu amaçla yerli ve taraftar sermaye oluşturmak zorundaydı ve bunu yeterli seviyede başardı. Bu süreç tabii ki sıkıntılı istismara açık bir süreç olacaktı. Yanlış yapanlar, şımarık davrananlar olmuştur.  Bir takım insanlar bu süreci istismar da edecekti ama zorunlu olan bu durumu, bu stratejiyi uygulamamak, ülkeyi, milyonlarca insanı yine sömürü düzeninin insafına terk etmek olacaktı.
Türkiye zenginler listesine bakınca 16 yıldır çok büyük bir değişiklik olmadığı görülecektir. Hâlâ sıralamada üstte olanlar aynıdır, zenginleşen birkaç grup medyayı taşımakla görevlendirilmiş diğerleri de vakıflara destek konusunda devamlı direktif almaktadır. Şimdi geri dönüp bu gerçeği göz ardı edip Ak Partililerin bu yönden bir eleştiri dili geliştirmeleri çok anlamlı değildir. Çünkü muhalif kesim bu durumu iyi bilmektedir yani eğer zenginleşenler kendilerine sermaye yapsalar sosyete gecelerinde boy gösterseler onlar için çok sorun olmayacak ama bu zenginler medyayı güç odaklarının etkisinden korumak için sermayelerini kullanıyorlar ve asımın neslini yetiştirecek vakıflara destek oluyorlar ya işte bizim azgın muhalifleri kızdıran bu durumdur. Onlarla aynı dili kullanıp onlara hizmet etmek ahmaklık olmaktadır. Türkiye'de ticari ahlak anlayışının eskiden beri sıkıntılı olduğunu her zaman vurguladığım için tekrar onu zikretmedim yoksa tabii ki Türkiye'de her kesimin bu konuda bir ahlak sorunu vardır ve bu çamur zemin Ak Parti'nin uyguladığı stratejiyi daha zorlu ve dedikoduya münbit yapmıştır.
Bu eleştirileri yapanlar bu ''medya demokrasisi'' düzeninde bugünden ne tavsiye ederlerdi 2002 Türkiye'sindeki Ak Parti'ye.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Kur’an-ı Kerim, İslam’ın tek tedavi ve savunma sistemidir.



Allah’ın mesajını kaynağından öğrenmek isteyerek Kur’an meali okuyanların bir kısmının deizme ve ateizme kaydığı iddia edilmekte, bunun üzerinden gençler Kur’an meali okumaktan sakındırılmak istenmektedir.
Durum gerçekten böyle mi?
Aslında çevresinde gördüğü dinden bir sebeple bağı kopmakta olanların bir kısmı dinden çıkmaya yazmışken son bir ümitle   Kur’an’ı da okumayı deniyor. Fakat geleneğin taşıdığı tortularla okuduğu Kur’an meali yarasına ilaç olmayınca bu gayreti gösterenlerin bir kısmı deizme ve ateizme kayıyor.
Bu şuna benziyor,
İnsanlar, ceza evi olan hapishanelerden çok
şifa evi olan hastanelerde hayatını kaybeder.
Çünkü ölmek üzere olanlar, bir çare için hastaneye gitmektedir.
Bununla beraber Kur’an, bu şekilde gelenlerin çoğunu ‘’hayatta’’ tutuyor
Kur’an öyle kerim bir kitap ki, kendisine başvuranları samimiyet derecesine göre merkezden uçlara kadar  konumlandırıyor.  Dinden çıkmaya yazanların bir kısmını uçlarda da olsa elinde tutma özelliği var. Kur’an bu özelliği ile kendini müstağni görenleri/ibadetler avam için gereklidir diyenleri, mürcie ehlini/Allah’ın va’dini merhametinde eritmek isteyenleri  dahi -Tevhid Ehli- dairesinde tutarak, dinden çıkmaya yazanları içerde tutmakta, bu mucizevi yönüyle insanlar eliyle fıtrattan uzaklaşan dini çevreleyerek, içinde küçük de olsa samimiyet taşıyanları, tekrar sahih dine dönebilmeleri için din dairesinde tutma kudreti gösteriyor.
Bu yüzden yanlış metodlardan doğan komplikasyonlara rağmen Kur’an-ı Kerim, İslam’ın tek tedavi ve savunma sistemidir.

22 Kasım 2018 Perşembe

Yirmi yıl önceki İslami Aktivistlerin din anlayışı ve Ak Parti hangi İslami anlayış üzerine kurulmuştu?


Yirmi yıl öncesine gidip , Ak Parti’yi kuran kadroların ve arkasındaki entelektüel aklın dine bakışını hatırlayabilirsek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır’’ sözünün ortadan söylenmiş bir söz olmadığını anlayabiliriz.
Geleneği sorgulamadan her şeyine tabi olmak konusu Türkiye Müslümanları için yirmi yıl önce büyük oranda aşılmış bir konuydu. O dönemde özellikle İslami Aktivistlerin kurduğu siyasi parti çevresi ve aynı istikametteki vakıf ve dernek mensupları için en çok gündeme getirilen konu, ‘’Müslümanların bu hale düşmesinin sebebi içtihat kapısının kapatılmış olmasıdır’’ savunmasıydı.
Tekke/tarikat ve cemaat çevreleri genelde İslami Aktivistlerin partilerinden uzak durur, merkez sağ partilere oy verirdi. Diyanet teşkilatı islami aktivizme bulaşmış mensuplarını yüksek mevkilere çıkarmazdı.
İslami aktivizmin o dönemdeki islami anlayışını anlamak için şunları hatırlamak yeterlidir.
1997 yılında Erdoğan’ın başkanlığı döneminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından Fazlurrahman sempozyumu düzenlenmiş ve sunuş yazısını bizzat Erdoğan’ın yazdığı bir kitap basılmıştı.
Ak Parti’nin ilk hükümetlerinde İlahiyat hocalarından Prof Dr Mehmet S. Aydın, Prof Dr Mustafa Yazıcıoğlu görev almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığına Prof Dr Ali Bardakoğlu atanmıştır. Bu isimlerin ilahiyat alanında hangi görüşü temsil ettiği bilinmektedir.
Bunlar, o dönemde mevcut din anlayışından memnun olunmadığının, İslam’ın aslına/özüne dönme ihtiyacının fark edildiğinin delilleridir.
Gerek bu ilahiyat hocaları, gerek Ak Parti kurucuları ve arkalarındaki entelektüel aklın din anlayışı; sorgulayıcı, yenilikçi, kuşatıcı, özgürlükçü bir dünya görüşünü temsil ediyordu.
Bu yüzden o dönemde devleti elinde tutan zinde güçlerden şikayetçi olan liberaller ve bazı solcular bu din anlayışının mevcut kemalist ideolojisinden çok daha özgürlükçü olduğunu fark ettiler ve Ak Parti’ye destek verdiler.
Ak Parti hükümetleri ilk dönemlerinde her kesimden yazarları, akademisyenleri şaşırtacak derecede özgürlükçü ve yenilikçi politikalar geliştirdi. Cumhurbaşkanı Sezer’e takılmasa çok ilerici kanunlar çıkarmayı da başaracaktı.
Sonra ne oldu da tarikatçı ve gelenekçi cemaatlerin sesleri yükseldi ve etkinlikleri arttı?
İktidarın ilk dönemlerinde Cumhurbaşkanı Sezer’in de dahil olduğu ‘’özgürleşmelere karşı bariyer’’ oluşturan, yargıya ve TSK’ya hakim zihniyetle mücadele sürecinde etkinleşen Gülenist yapı bir süre sonra gizli gündemini uygulamaya koyup Ak Parti’den kurtulma operasyonu başlatınca diğer cemaat ve tarikatlar İktidarın yanında durmanın karşılığı olarak devlette ve Ak Parti’de fazladan yer tutmaya başladılar.
Bu durum, Ak Parti tabanında tam karşılığını bulmayan ve Ak Parti’nin fikriyatıyla uyuşan bir durum değildi. Bu gelişmelerin hepsi zorunluluktan, İktidarı yıkma girişimlerinin ortaya çıkardığı gelişmelerin, İktidarı mecbur bıraktığı durumlardı.
Sonuçta bugüne geldik şimdi Ak Parti fabrika ayarlarına dönüyor.
Ak Parti bunu yapmak zorundadır. Sahih İslam’a dönmek Müslümanlar için de Türkiye için de hayati önemde bir konudur.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Levlâke, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Ama İmanın 7. Şartı Haline Gelen Söz

“(Ey Muhammed!) Sen olmasaydın, [Sen olmasaydın] ben asla âlemleri yaratmazdım.”
(Levlâke [levlâke] le-mâ halaktu’l-eflâk)
“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen bu sözün uydurma olduğu önemli hadis alimlerince kabul edilmiştir. Bu alimlerden bazıları; İbnu’l-Cevzî (ö.597) Ali el-Kârî (ö.1014) Sağânî (ö.650) Suyûtî (ö.911) Aclûnî (ö.1162) Şevkânî (ö.1250)
Fakat bazı hadis alimleri bu sözün uydurma olduğunu ama rivayet edilen başka hadise göre bu sözün mana olarak doğru olduğunu iddda ettiler.
Bu hadis,
‘Ey Muhammed! Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım. Sen olmasaydın, cehennemi de yaratmazdım.’” (Deylemî, el-Firdevs bi-me'sûri'l-hitâb (Firdevsü'l-ahbâr), V, 227.)
Bu manaya gelecek büyük hadis kitaplarında bir rivayet olmadığı halde ‘’alemlerin Hz Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratıldığı’’ konusu gelenekte bir kabul olarak yerleşti.
Halbuki büyük hadis kitaplarında sağlam rivayetle geldiği kabul edilen şöyle rivayetler vardır.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e bir adam gelip: “Ey Hayru’l-Beriyye (yaratılmışların en hayırlısı)” diye hitabetmişti. Aleyhissalatu vesselam hemen müdahale etti: “Bu söylediğin İbrahim Halilullah'ın vasfıdır.”
Kaynak: Müslim, Fedail 150, (2369), Tirmizi, Tefsir, Lem yekun suresi, (2349), Ebu Davud, Sünnet 14, (4672)
Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ı alemler üzerine seçkin kılan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun!” diye yemin etti. Yahudi de: “Musa aleyhisselam’ı alemler üzerine seçkin kılan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun!” diye yemin etti. Derken, o böyle der demez, müslüman elini kaldınp yahudi’ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca Aleyhisselatu vesselam’a gidip hadiseyi haber verdi. Aleyhissalatu vesselam: “Beni Hazreti Musa’ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hazreti Musa’yı Arş’ın bir ucundan tutmuş göreceğim. Bilemiyorum. O, bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah’ın istisna ettiklerinden midir?” buyurdu.
Kaynak: Buhari, Husumet 1, Enbiya 34, 35, Rikak 43, Tevhid 31, Müslim, Fezail 160, (2373), Ebu Davud, Sünnet 14, (4671), Tirmizi, Tefsir, Zümer, (3240)
Gelenekçiler bütün bunları bir arada nasıl kabul edebiliyorlar. Bu rivayet grubunun en azından birinin yalan olduğu çok açıktır.
Kur’an’ın vaz ettiği ilkelere göre ise zaten bu iki gruptaki rivayetlere inanmak sıkıntılıdır.
Ve Resulullah’ın bu konudaki uyarıları,
"Her kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın."
(Buhârî, İlim 38)
"Her kim de bile bile, benim ağzımdan uydurulmuş, bana ait olmayan bir sözü ben söylemişim gibi anlatır ve aktarırsa o da o sözü uyduran iki kişiden biridir."
(Müslim, Mukaddime 8, 19)
Gelenekçiler bütün bunları bir arada nasıl inanç konusu yapabiliyorlar? Nasıl hiç rahatsız olmuyorlar?

17 Kasım 2018 Cumartesi

Her türlü vesayetten kurtulmamız başka bahara kalmasın.


7 Şubat 2012 günü ‘’MİT kumpası’’ diye tarihimize geçen bir olay olmuştu. Fetö yapılanması henüz cemaat diye anıldığı günlerde kendine bağlı savcılar ile MİT Müsteşarını ifadeye çağırmıştı. Bu Başbakan’a ulaşacak bir soruşturmanın başlangıcı olduğu o dönem konuyla alakalı herkes tarafından anlaşılmış ve Fetö-Ak Parti gerilimi başlamıştı.
Fakat bu gerilim alttan alta sürerken, diğer taraftan TSK’da etkin olan laikçi cuntanın tasfiyesi davaları devam ettiği için dere geçerken at değiştirilmez diye Hükümet bu gerilimi açık kavgaya çevirmemişti.
Fetö bu süreçte bütün kurumlarda yine yapılanmaya devam ediyor,‘’öz ak partilileri’’ ekarte etmeye devam ediyor, medyada kendilerine yapılacak, özellikle de ‘’hoca efendilerine’’ yapılabilecek en ufak eleştiriyi susturma gayretleri bütün hoyratlığıyla devam ediyordu.
Recep Tayyip Erdoğan bir strateji yürüttüğü için 2012 Haziran'ında Fetö tertibi Türkçe Olimpiyatlarında ‘’gel bu hasret bitsin’’ derken bu sözdeki meydan okumayı anlayanlar anlamaktaydı. Çünkü bu yapılanmanın aynı yılın şubatında kendisine uzanacak bir dava açtığını biliyordu.
Fakat Ak Partili medya mensuplarının ve siyasetçilerinin çoğu bu kavgayı anlayamadı. Anlayanların bir kısmı o günlerde bu yapının gücünden çekindi. Bir kısmı kavga çıkartanlardan olmak istemedi, bir kısmı da bu konuda söz söylemeyi fitne saydı. Çok az sayıda kişi gerekeni söylüyordu ve onlar da dışlanıyordu. Canlı yayında Feto'ya emekli vaiz diyerek aslında o günlerde Feto'nun ''sihrini'' bozan bu çıkışından dolayı tv ambargosu yiyen gazetecilerimiz oldu.
 Halbuki aynı günlerde Fetö'nün sosyal medya tetikçileri kavgayı her gün büyütmekte, Ak Partilileri sindirmeye, korkutmaya devam ediyordu. Böylece Fetö alttan alta yürüyen bu kavga günlerinde mevzi kazanmaya, olduğundan daha güçlü görünmeye devam etti.
Şimdi yeni bir süreç yaşamaktayız. Ülkeyi bütün vesayetlerden kurtarmak için yola çıkan Ak Parti büyük mesafe aldığı bu konuda bugünler yine 2012 yılında cemaat görünümlü Fetönün yaptığı psikolojik savaş benzeri bir saldırının etkisine sokulmaya çalışılıyor.
Atatürk vesayeti,
Bugünlerde masasına Atatürk ikonu koyan bir bürokratın yerinden oynatılması hele görevinden alınması bu gidişle 2012 yıllarındaki ‘’cemaat’’ mensubuna dokunma gibi bir hal almaya başlayacaktır. Anlaşılan o ki bu mevzunun uzmanı olan kripto Fetö mensupları da bunu kullanmaya başlamıştır.
Cumhurbaşkanından bu konuda işaret bekleyenler, yine 2012 yılındaki hataya düşerler.
Bütün vesayetlerin kalkması için  kalem sahipleri ellerinden geleni yapmalı gerçekleri halka anlatmalı, Türkiye Kuzey Kore benzeri bir devlet olmaktan çıkarılmalıdır.
Medyanın ezici çoğunluğunda çıkıp istediğinizi konuşabildiğiniz bu günlerde halka gerçekleri anlatmayacaksanız daha ne zaman bunu yapacaksınız.
Bu konuda gerekirse Cumhurbaşkanıyla karşı karşıya gelme görüntüsü vermekten kaçınmayın. İnanın orta vadede kazanan siz olursunuz.





16 Ekim 2018 Salı

İnancı Sorgulayan Birinin Sorularına Cevaplar

İnancı sorgulayan birinin sorularına vermeye çalıştığımız cevaplar;
----------------------------
Arkadaşlar seviyeli bir şekilde sorularımı cevaplayan bilgili arkadaşlarım varmı
1.kuranı kerimin değiştirilmediğine nasıl inanabilirim

2.değiştirilmediğini varsayarsak İncil zebur ve tevrat,kuranı kerim gibi korunsaydı insanlar sadece yaptığı günahlara göre yargılanacaktı ve bu daha mantıklı olacaktı mucizelerle dolu dinimizde neden kuranı kerim korunduğu gibi diğer 3 kitap korunmadı hristiyan yahudi doğan biri ne kadarda da iyi olsa ataları kitabı koruyamadığından 1-0 geride başlayacak ve çoğu müslüman gibi diğer dinleri sorgulamadığından dünyaya müslümanlık haricinde bir dinden gelip gideceği için cehenneme gidileceği söyleniyor

3.dünyayı bir sınav olarak göz önünde bulundurduğumuzda sınava hangi kul başvru yaptı ? Yani herşey yüce allahın yarattığı şeytanla inatlaşmasından başladıysa çok saçma geliyor bana koskoca allah şeytanın kibirine savaş açtı ve milyarlarca kul bu davaya ortak olup tarafını seçerek ödüllendirilecek veya cezalandıralacak.oyuna benziyor bir nevi oyuna bot atıp izlemek gibi

4.ve ona inanmadığımız için neden cezalandırılıyoruzki siz hiç bir insanı size inanmadığı için ona işkence uygularmısınız bu benimce kibire girmezmi(bana inanmadın hahaha gel buraya yakacam seni)

5.küçük yaşta ölen bebekler sınava girmeden geçiyor nereye gideceği belli değil ama cennete gittiğini var sayarsak haksızlık olur hiçbiryere gitmez ise daha haksızlık olur cenneti kazanabilirdim der kendince.

Not:ateist değilim inanıyorum korkuyorum ama cahilim sorgulamak istiyorum şirk sayılırmı bilmem ama hiç olmazsa yobaz değilim körü körüne neden inanırkı bir insan.
-------------------
Cevaplar;
Öncelikle insan var olmayı seçen bir varlıktır.
İnsana yokluk halindeyken seni var edelim mi, ama var edersek seni bir imtihana tabi tutacağız dense hayır ben yokluğu tercih ediyorum demeyeceğini her insan kendinden bilir. Bunun aksini iddia eden bu tartışmanın tarafı olmayı da hak etmeyecek meraksız bir kişidir. Onunla meşgul olamayız.
Şeytan/İblis ilk imtihanı kaybedenlerdendir biz bugün başka imtihanı kaybeden şeytanların da vesveselerine muhatabız. İlk şeytan imtihanı kaybetmemiş olsaydı bile bugün cinlerden ve insanlardan (Nas Suresi 5-6) olan vesvesecilerin etkisi altında olmamız imtihanın gereği olarak devam edecekti.
Bugün keşfedildiği kadarıyla Allah dünyada yaşamış ve yaşamakta olan her insan başına bir trilyondan fazla yıldız yaratmış. Bir o kadar da yeryüzünde canlı türleri yaratmış ve bunlardan daha büyük nimet olarak özgür iradeyi yaratmıştır.
Bu özgür irade çalışsın diye kötülüklerin de yaratılmasını üstlenmiştir. Yani mesela bir insan küçük bir çocuğa kötülük ediyor ve sonra çocuğu öldürüyor. Ve sistem gereği Allah bunu da yaratıyor.
İnsanın varlığının , özgür iradeli olmasının ne kadar ağır bir bedeli olduğu anlaşılıyor mu?
Ve Kur’an inanmayanlara azap edeceğim derken aslında ayetler incelenirse şu görülecektir. Bu inanmayanlar aslında başka insanların inanmasını engelleyen insanlardır. Allah kulunu yaratıyor, ona özgür irade veriyor sonra onu doğru yola sevk edip mükafatlandırmak istiyor ama birileri çıkıp o insanla Allah’ın arasına girip bu sistemi engelliyor, belki ayartıyor, korkutuyor ve diğer insanı mahrum bırakıyor.
Aslında Allah, kendisi için değil diğer insanların önünü kesmemesi için bu inanmayanları tehdit ediyor.
İkinci aşama;
Kur’an-ı Kerim ve diğer vahyedilen kitaplar sadece bir hatırlatmadır.
Kur’an’dan benim anladığım imtihan sistemi şöyle çalışıyor.
Öncelikle her insanın fıtratına anne karnındaki oluşma sürecinde Yaratıcı inancı kodlanıyor.
Bu duyguyu her insan tecrübe eder, mutlaka bir yaratıcıya inanmak ister bu inanma isteği filozofların da umumiyetle katıldığı bir görüştür.
A’raf 172/ Senin rabbin, her ne zaman Ademoğullarının sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar, cevaben: "Elbette!" derler, "Buna tanıklık ederiz!" (Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki) Kıyamet Gününde, "Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz,
Her insan yaratıcıya inanma ihtiyacı hisseder, onu bulmayı, onun varlığının ona güven duygusu vermesini arzu eder. Bu fıtri duygu ona aynı zamanda bir vicdan yükler. Yaratıcı karşısında kul olma bilinci, insana, diğer yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusu yükler. İnsanlar tarih boyunca yaratıcıyı memnun etmek istemiş, ona kurbanlar adamış ve diğer insanlara iyilik yapmanın gerekli olduğunu hep bilmiştir. Bu bütün dinlerde, pagan dinlerinde de yer bulan bir inançtır. Bu zorunlu bir duygu olarak insandan taşar. İnsanlar yine tarih boyunca, yaratıcıya inanma konusunda da diğer insanlara iyi davranmanın gerektiği konusunda da hiç ihtilaf etmemiştir evet şirke düşmüştür çoğu zaman yanlış şeylere tanrı demiştir ama tanrısız kalmamıştır. Tanrı tanımazlık çok azınlıkta kalan bir tercihtir. Diğer insanlara kötülük etmeyi normal karşılayan bunu icra etmeyi de istekle yapan ( seri katiller gibi) insanlar da vardır ama onlar da tanrı tanımazlar gibi çok azınlıktadır.
Tevhid dini sistemi şöyle işliyor A’raf 172’de beyan edildiği gibi bu inanç insana kodlanıyor. İnsan, hayatını aslında bu istikamette yürütebilecek kabiliyete sahiptir. Ancak Allah bunun yanında hatırlatıcılar olarak elçiler ve kitaplar gönderiyor. İmtihan iki boyutta devam ediyor.
İsra 15/ Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca, Biz, (kendilerine) bir elçi göndermeden (yaptığı yanlışlardan ötürü hiçbir topluma) azap etmeyiz.
1- Kendisine bir elçi, hatırlatıcı Allah’ın uyarılarını hatırlatıyor ve imtihan bunlara uymayı da kapsıyor.
2- Kendisine Allah’ın uyarılarını tebliğ eden bir hatırlatıcı ulaşmıyor. Bu azapla muhatap değil ama fıtratına uygun yaşarsa kendine iyilik yapmış olacak mutlu bir hayat sürecek ve öteki dünyada mükafatını görecek, fıtratına uygun davranmazsa bu dünyası kötü geçecek ama öteki dünyada azaba uğratılmayacak.
Bu konu Kur’an’da açık geçmiyor ama bir elçiyle muhatap olmadığı için azaba uğramayacak olan insanlarla, bebek iken ölen insanlar aynı kategoride değerlendirilebilir.
Bunlar, Allah’ın özgür iradeli, sorumlu varlıklar yaratma projesinin zorunlu elemanlarıdır. Çünkü özgür iradeli insan kötülük yapacak nesli ve tabiatı bozacak ölümlere sebebiyet verecektir. Bu olmadan özgür iradenin tecrübe edilmesi mümkün olmayacaktır. Her insana tebliğin ulaştırılması inanan insanların görevidir fakat insanlar bunu yerine getirmeyeceği durumlar da olacaktır. Bu yüzden bu sistemin doğal elemanları olarak bu insanların cennetle ödüllendirilmeleri haksızlık olarak görülmemelidir.
Kitapların değiştirilmesi bozulması mevzusu
Kur’an’da Tevrat da zikir olarak anılır. Yani ‘’hatırlatma’’ aynı şekilde Kur’an’ın bir adı da zikirdir.
Enbiya 105/ Asra andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, “Yere muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır” diye yazmıştık.
Tevrat’ın hatırlatma kabiliyeti devamlı gönderilen elçilerle ve yeni vahiylerle sağlanmıştır. Biz şöyle inanıyoruz Kur’an geldiği güne kadar dünyanın her tarafına belki her kabileye bir elçi gönderilmiştir. Bir sebeple yani elçilerini öldürmeleri veya insanlar tarafından bir çeşit engellenmeleri sebebiyle elçiden mahrum kalmış insanlar da olabilmiştir. Yani Tevrat’ın ve diğer kitapların bozulmuş olmaları o dönemin insanlarını elçilerden, hatırlatıcılardan mahrum etmemiştir.
Diğer taraftan kitaplardaki bozulma esas uyarıyı da çoğu zaman engellemez. İnsanın fıtratında olana en küçük hatırlatma yetecektir. İnsan fıtratının kabiliyet kudreti, kendisine gelen vahiy kaynaklı olduğu iddia edilen bilginin içinden tevhidi söküp çıkarmaya yeterlidir. Hatırlatma kaynaklarının birilerinin yorumlarıyla bozulması imtihan sisteminin içinde olan, her zaman ve şartta karşılaşılacak bir komplikasyondur.
Bu bugün Kur’an için de geçerlidir. Kur’an’ın gelen kültürle bazı ayetlerinin yanlış anlamlandırıldığı vakidir. Fakat görülmektedir ki tevhid bilincine eren kişiler bunu fark edip aslının peşine düşmektedir.
Kur’an’ın korunmuş olması bozulmamış olmasının delili nedir?
Kur’an’ın korunması konusundaki ayet
Hicr 9/ Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.
Bu ayette zikir kelimesi kullanılıyor. Yani bu Kitab’ın uyarıcı/hatırlatıcı mesaj olmasını biz koruyacağız.
Bize Kur’an neyi hatırlatıyor?
-Tevhidi.
Bu mesajı Kur’an’dan alabilmek için Kur’an’ın bir suresi bile yeterlidir. Kur’an ile muhatap olan kişi onda fıtratının yansımasını bulmuş olmalıdır. Kur’an’ın kendisine yanlış anlatılmasını düzeltecek olan bu defa kendi fıtratıdır. İşte devam eden imtihan budur.
Bugün bütün insanlara elçi gelmiş sayılır mı diye sorulursa; Bugün insanlara ulaşacak elçiler inananlardır. Bugün elçi ulaşmayan (yani doğru şekilde anlatılmış Kur’an’ın tevhid anlayışı) insanlar yine bu yüzden elçi ulaşmamış insanlar kategorisinde sayılacaktır.

Şefaatin tümü Allah’ındır, ayeti nasıl anlaşılmalı? Şefaat etmeye mi izin verecek, şefaata (lütfuna) nail olmaya mı?


Kur’an’ın nazil olduğu dönemin arap toplumu çoğunluk olarak Allah’a inanıyordu. Fakat bunun yanında taptıkları putların temsil ettiği, kendilerine göre değerli insanlar ve melekler Allah’ın katında kendilerine şefaat edeceğine inanıyorlardı. Yine bu toplumda hatırlı olmak, hatırı için kapıların açıldığı insan olmak çok önemsenen bir durumdu. Yahudilerin kendilerini Allah katında özel hatır sahibi kullar saymaları, Hristiyanların kendilerine Hz İsa’nın şefaatçi olacağına inançları, şefaat konusunun Kur’an’da birçok defa yer bulmasına sebep olmuştur. Kur’an, bu şefaat konusunu bütünüyle Allah’a has kılan ayetlerle Allah dışında şefaatçi arayışlarına karşı çıkmıştır.
Şefaat ne demektir?

Çifte ve teke (Fecr 3) وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ

Kim güzel bir (işe) destek olursa,( يَشْفَعْ شَفَاعَةً) onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa, onun da o işten bir payı olur. Allâh her şeyi gözetip karşılığını verendir. (Nisa 85)

O’ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar, onlar sadece, O’nun emri ile hareket ederler.
Allah, onların( meleklerin) önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (وَلَا يَشْفَعُونَ) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya 27-28)

Fecr 3’te çift olan yani bir şeyin tek olmayıp katlanması anlamında . Nisa 85’te bir işe destek olmak anlamında kullanılıyor. Bir işe verilen katkıyla işin kemale ulaşmasını sağlamak.
Enbiya 28’de meleklerin insanlara destek vermesi. Bir kısım insanların bu dünya hayatında meleklerden yardım aldığını iddia etmesine karşılık melekler ancak Allah’ın izniyle, onun razı olduklarına yardım edebileceklerini bildiriyor.
Bunlar dünyadaki şefaat eylemleri.

Peki hesap günü için Kur’an ne buyuruyor.

Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının.(Bakara 123)
Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir. (Bakara 254)

Bu ayetler hesap gününde hiç kimseden şefaat kabul edilmeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Peki Kur’an’da çelişki olmayacağına göre ‘’şefaat için izin verilenler’’ şeklinde ayetlerde yer bulan ifadeleri nasıl anlayacağız.
Şefaat diye bir gerçek var bu hesap gününde de cari olan bir durum.
Şefaatin işleyişi şöyle olmalı;
İnsanın kazandıklarının aynıyla değil katlanarak hesaba katılması. İnsan kazandıklarıyla kurtuluşa eremeyecekse bir lütfa muhtaçtır. İşte bu lütuf Allah tarafından razı olduğu kişilere verilecek.
Şefaatin, bir şeyin karşılığını fazlasıyla vermek anlamındaki kullanımının Türkçe tam karşılığı ‘’lütuf’’ kelimesi olabilir.
‘’Allah’ın lütfuyla muamele etmesi’’

Şefaati bu anlamda, hesap günü açısından Allah’tan başkası için kullanabilir miyiz?
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Kur’an hesap gününü böyle anlatıyor. Böyle bir günde lütfetmek kimin tekelinde olabilir?

De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Zümer 44
---
Şefaate izin verilenler diye tercüme edilen ayetlere örnek,
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.(Taha 109) (Diyanet meali)
Bu tercümede şefaat yerine lütfu koysak
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının lütfu fayda vermez.
Bu anlam Kur’an’ın hesap günü tanımına uyuyor mu? O gün din gününün sahibi dışında lütfetmek kimin hakkı olabilir?
Bu ayetlerde geçen, şefaata malik olmak bölümü bu durumda şöyle anlaşılır. ‘’Allah’ın lütfuyla muamele görme hakkına sahip olmak ‘’ Bu hak da ancak Allah’ın sözünden razı olduğu kişilerindir.
Bu lütfa sahip olanlar ancak Allah’ın razı olduklarıdır.
Bu durumda bu ayetler şöyle anlaşılır
Rahmân’ın katında bir ahit edinen kimseden başkaları, şefaate malik/sahip (Allah’ın lütfuna muhatap) olamazlar. Meryem 87
لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدً

O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna... Taha 109
Yani Allah’ın lütfuyla muamele görmek hakkı ancak Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerindir
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا

Onun huzurunda şefaat fâide vermez, kendisi lehine izin vermiş olduğu kimse müstesna. Nihâyet kalplerinden korku giderilince derler ki: «Rabbiniz ne buyurdu?». «Hakkı buyurdu,» derler. Ve O, çok yüce, çok büyüktür. Sebe 23

Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu (varlık)lar şefaata malik olamazlar ancak bundan hakikate şahitlik yapmış ve (Allah'ın tek ve benzersiz olduğunu) bilenler müstesna. Zuhruf 86
Bu saydığımız ayetlerde şefaat kelimesi hep isim olarak geçmektedir. Yani şefaat etmek fiili yok, ‘’Şefaate malik olmak’’ veya لَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ ‘’şefaat fayda vermez’’
Bu ayette şefaat kelimesi geçmiyor ama konu aynı konu,
‘’O yalvardıkları kişiler de Allah’ın lütfuna muhtaçtır’’
O yakarıp durduklarının kendileri, en çok yakınlık kazanmışları da dahil, Rablerine varmaya vesîle ararlar; O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkulasıdır.(İsra 57)

Bazı ayetlerde geçen ‘’Allah izin vermeden kim şefaat edecek’’ cümlesini, demek ki izin verdikleri var şeklinde anlamak, çok zorlama olduğu açıktır.
Bu söz bir meydan okumadır. Devamlı bize putlar veya Hz İsa veya melekler şefaat edecek diye iddia ortaya atılınca Kur’an bu şekilde meydan okuyor. Allah izin vermeden kim şefaat edebilir ki şefaatin tamamı Allah’a aittir ve o gün kimseden şefaat kabul olunmaz . (Zümer44)(Bakara 48, 123. 254)
Onun katında o izin vermeden kim şefaat edebilir bakara 255
Meleklerin şefaati;
Kur’an’da sadece bir yerde Allah dışındakiler için şefaat etmek fiil olarak geçer.
Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (desteklemezler) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya 28)
Bu ayetin öncesinde, melekleri Allah’ın evlatları olarak kabul eden müşriklere uyarı var. Bu ayet ve meleklerin şefaatinden bahseden Necm 26’da da ahiretten, hesap gününden bahsedilmemektedir. Dünya hayatı söz konudur ve meleklerin dünyada yardım edeceği, destekleyeceği kişiler de ancak Allah’ın razı olduğu kişiler olacağı beyan edilmektedir.

Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar. (Necm 26)
Buradaki şefaat; destekleme, yardım etme anlamındadır.
Meleklerin şefaat etmesi, dünyada insanlara yaptıkları destekle ilgili. Nisa 85’te şefaat etmek insanların bir iyiliğe veya kötülüğe destek vermek anlamındaki kullanımı gibi.
Müşrikler dünyada meleklere de dua eder ve onlardan yardım aldıklarını iddia ederlerdi.
Sebe 40-42’de
Allah’ın, onları hep birden toplayacağı, sonra da meleklere, “Bunlar mı size ibadet ediyorlardı?” diyeceği günü bir hatırla!
(Melekler) derler ki: “Seni eksikliklerden uzak tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu.”
İşte bugün birbirinize ne fayda ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere, “Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın” deriz..
------
Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez Müddessir 48
ayetini de şöyle anlıyoruz,
O günün toplumunda şefaatçilik inancı çok yaygın, gerek dünya işleri gerek Allah katında şefaatçiler iddiası için yine meydan okuma var. Şefaatçilerinizin yani desteğini aldığınız güç sahiplerinin bu dünyada size faydası olabilir ama onların hesap günü hükmü yoktur.’’
Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar. (Enam 51)
Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi (شَفِيعٍ ) yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? Secde 4

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 43)

Bu ayetler, Allah dışında, hesap gününde lütuf dağıtan bir mercinin olmadığını çok açık ortaya koyuyor. Bu yüzden ayetleri tercüme ederken bu mana esas alınmak zorundadır aksi halde Kur’an’da çelişki var demek olur.
Eğer şefaat konusunda kültürden gelen yanlış anlama olmasa ayetleri anlamak zor olmayacaktı.
Şefaat konusundaki hadis rivayetleri de daha çok zayıf hadis şeklindedir. Buhari ve Müslim’de de geçen Hz. Enes ve Ebu Hureyre hadislerinin içerik açısından sıkıntılı rivayetler oldukları açıktır.
Bu şefaat konusu ashab tarafından bugün anlaşıldığı gibi anlaşılmış olsaydı birçok ashabın ağzından bu şekilde dua ve şefaat talebi rivayetleri olmalı değil miydi? Mesela Hz Ebu Bekir veya Hz Ömer, bunların ağzından Resulullah’ın şefaatına bizi nail eyle diye bir dua rivayeti yoktur. Bugün her duada ihmal edilmeyen bu talep, ashabın dilinde çok yaygın olarak kullanılmış olması gerekmiyor muydu?

15 Ekim 2018 Pazartesi

Artan Tehdit Olarak Gelenekçilik ve Kurtuluş Olarak Sahih İslam


Türkiye dindarları, İslam’ı anlama ve tanımlama açısından ciddi bir yol ayrımına geldi. Bu ayrım geleneği sorgulamadan her şeyiyle kutsayanlar ile İslam’a sonradan girmiş eklemeleri ve tevhide aykırı akideleri sıhhat testine tabi tutmak isteyenler arasında olmaktadır.
   Zaman içerisinde İslam’a  sünnet,  evliya sözleri,  büyük alimlerin uygulamaları adı altında giren ama sahih sünnet ve Kur'an'da karşılığı olmayan eklemeler, kaynaklar esas alınarak ayıklanmaz ve hurafeler sorgulanıp dini hayattan çıkarılmaz ise dindarlık arttıkça Türkiye de Afganistan gibi Taliban benzeri bir tehditle karşı karşıya gelecektir.
Birçok açıdan bunu ortaya koyabiliriz ama en basit örnekle çöl ikliminin kıyafeti olan sarık sarmayı Türkiye'de din olarak yaşamaya çalışan cemaatleri eğer bu toplum normal karşılar siyasi irade de bunu dindarlık olarak görüp bu yapıları merkezde değerlendirirse bu din anlayışındaki Türkiye'yi ne islam ülkeleri ne de dünya ciddiye alır. Suudi bir arabın fistan giymesi kendi geleneksel kıyafeti olduğu için böyle değerlendirilmiyor olabilir.  Sarık başka bir milletin başka bir coğrafyanın anlamsız taklididir. Bu gibi uygulamalar din olarak uygulandığında İslam’ı ve Ülke’yi perdelemektedir
Bununla beraber Sahih İslam anlayışı Türkiye’de hızla yaygınlaşmaktadır. Geçmiş gibi değerlendirmemek gerekir sosyal medyanın, iletişimin bu derece arttığı günümüzde mantıklı olan, akla yakın olan çok hızlı şekilde yayılacaktır. İnsanlara İslamın esas kaynağı olan Kur’an ve onun sınırları içerisindeki Sünnet şeklinde sunulan ve insanı kişilere sorgusuz bağımlılıktan kurtaran din anlayışı çok hızlı şekilde insanları dine yaklaştırmaktadır. Bu din anlayışı taklidî olmadığı, kişilerin kendi zinde inançları olduğu için bunun yayılmasına da içtenlikle gayret emektedirler.
Bugün laik kesimin okur-yazarları arasında da yaygın şekilde ilgi gören bu islam anlayışı yaşam tarzı olmasa da  itikad açısından bu kesimde de etkili olmaktadır. Bununla beraber bir çevre tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Bunlar liderlerine ve üst kadrolarına büyük itibar ve  dokunulmazlık kazandıran geleneksel din anlayışı (şefaatçilik, evliyalık, keramet) üzerine kurulmuş müesseseler ve onların dini duygularını istismar ettikleri saf insanlar.  

Ak Parti ilk iktidara geldiği dönemde gerek teorisyenleri gerek kadroları açısından hurafecilikten uzak bir tarzı ortaya koyuyordu. Gerek ilk hükümetlerinde bakanlık yapan Prof Mehmet S. Aydın, Prof Mustafa Yazıcıoğlu, Diyanet İşl Bşk Prof Ali Bardakoğlu bu anlayışın temsilcileri olmaları, gerek ortaya konulan kuşatıcı, dışlamayan, özgürlükçü din anlayışı bunun ifadesiydi . Dönemin güç sahipleri, bu iktidara ideolojik olarak tepkili olsa da, ülkenin özgürlükçüleri, vicdanlıları ve kalkınmacıları Ak Parti’nin bu vizyonunu ülkenin düştüğü bataktan kurtulması için fırsat görüyorlardı.
Bugün Ak Parti hâlâ Türkiye’nin kalkınması ve bağımsızlaşması için tek alternatif siyasi hareket olmaya devam etmektedir. Bununla beraber ülke belli bir rahatlık seviyesine kavuştuğu için artık Ak Parti iktdarını taşımak istemeyen, din konusunda rezervleri olan eski kafalı bir kadro devlette varlığını devam ettirmektedir ve 15 Temmuz’dan sonra ağırlıkları artmaktadır. Bu kadronun anti demokratik bir müdahale ile iktidarı yıkmak için bir araya gelmelerini sağlayacak bir motivasyon henüz oluşmamıştır. Fakat islamın hurafeci, dünya gerçeklerine ters düşen yorumu bu toplumda ağırlık kazanmaya başlarsa bu kadrolar için yeni bir motivasyon olacaktır.  Halkı da bir darbeye razı etmenin son çaresi olarak iktidarın taliban kafalıların eline geçeceği korkusunu salmak olacaktır. Kadrolarının ellerinden alınmasına ve farklı düşünen hocalara karşı gösterdikleri anormal tepki bu konuda bir altyapının oluşmaya başladığını göstermektedir.                                                                                        
Bu yüzden servisler Türkiye'de yeni bir darbenin altyapısını oluşturabilmek için hurafeci yapıların yaygınlaşmasını ve seslerinin daha çok çıkmasını sağlayacak müdahaleler yapmaya başlamış durumdadır. Bunu Pakistan’da Afganistan’da yaptılar, bizdeki gelenekçilerin kullandığı şiddet diline bakılırsa bu bizde de zor olmayacaktır.
Son zamanlarda Hükümetin reel politik gereği atmak zorunda olduğu bazı adımlara karşı dini referanslar gösterilerek yapılan eleştirilerin dozu gitgide artmaktadır ve tabanda yankı bulmaya başlamıştır. Bu tahammülsüz, şekilci, kalıpçı  din anlayışının bir tezahürü olarak gelişmektedir.
Ak Parti’nin kendi iktidarının selameti ve Türkiye’nin lider ülke olmasını sağlamasının en temel şartı Sahih İslam anlayışının sıkı bir bağlısı ve takipçisi olmasıdır.
Sahih İslam’ı hangi islam ülkesi, vitrinine koyabilirse İslam’ın dünyada itibar görmesini sağlayacak ve İslam dünyasının da lideri olacaktır. İslam kimsenin tekelinde değildir. Din bir hidayet konusudur ilerleyen zamanda bu itibarın sahibi belki başka bir islam ülkesi veya bugün henüz islamla müşerref olmamış bir ülke de olabilir.
“Eğer yüz çevirirseniz; bilin ki ben, benimle gönderileni size tebliğ ettim. Rabbim (dilerse) sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir ve siz O’na bir zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”(Hud 57)


12 Ekim 2018 Cuma

Bağımsız olmanın şartı olarak yeni yerli bağımsız sermayenin oluşturulması


Türkiye gibi bağımsızlığını anlaşmalarla kazanmış ülkeler hiçbir alanda kendi başlarına bırakılmamıştır. Bu işin tabiatı gereğidir. Galip devletler güçleri yettiği halde bir ülkeden çekilirse aslında o ülkeden çekilmemişlerdir. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok.
Konumuz ekonomi olduğu için bu yazıda sadece o alanı anlamaya çalışacağız.

  Osmanlı’da tüccar kesim ağırlıklı olarak gayri müslimlerden oluşmaktaydı. Meslek erbabı da genelde onlardandı. Türk heyetinin beklemediği şekilde Lozan’da mübadele konusu masaya getirildi ve Balkanlarda toprak ağası ama okumamış Türkler ile Anadolu’daki sermaye sahibi ve meslek erbabı gayri müslimler mübadele edildi. Türkler tarlalarını getiremedi ama gayri müslimler mesleki birikimlerini ve sermayelerini alıp gittiler. Neticede Türkiye’de iş yapacak insan sıkıntısı başladı.
Devlet bunu çözmek için yeni zenginler oluşturmak durumundaydı ve o günün siyasi alanda öne çıkanları ve yüksek bürokratları batıya dönük insanlardı. Bir çoğu localara bağlıydı, Osmanlı’dan kalma okumuş ve sermaye sahibi  kripto yahudiler vardı ve İslam dinini her türlü geri kalmışlığın tek sebebi gören ‘’laikçi’’ batı hayranı, okumuş bir kitle vardı. İşte bu siyasi ve bürokratik güç, bir iki istisna dışında devlet eliyle sadece kendilerine yakın insanları zenginleştirdi. 20 yıl öncesine kadar  zengin aileleri herkes bilirdi, sektörler paylaşılmıştı aralarına girmeye kalkan Anadolu sermayesi hemen çökertilirdi. Kimseye imkan tanınmazdı. Bu sermaye sahipleri  kendilerine paravan birkaç zengin daha çıkartmıştı bunlara da medya verildi. Bu zenginlerin şirketleri yeni bir marka yerine hep dışarıdaki şirketlerin distribütörlüğüne razı oldular. İçeride üretseler bile bunu dışarıdaki markalar adına yaptılar. Bu distribütörlük anlaşmaları bu şirketlerin elini kolunu bağladı yeni bir marka çıkartmak bu şirketler için gündem dışında kaldı. Neden yerli otomobile devlet desteği vadedildiği halde bu büyük holdingler giremedi. Babayiğit aranıyor sözü neden söylenmek zorunda kalındı. Herkes biliyor ki bu ülkede yerli otomobil üretilse yok satacaktır ama büyük firmalar buna yanaşamadı. Çünkü belki yüzyıllık distribütörlük anlaşmaları bu sermayeleri bu alana girmekten alıkoydu. Peki bu ülkede teknolojik  gelişme, sanayinin gelişmesi ve markalaşması hangi sermaye ile olacaktı?
Bu durumda hem anlaşmalarla bağlı olmayan, hem halkın kültürü ve diniyle barışık bir sermaye zorunluluğu ülkenin kalkınması için şart olarak görülmekteydi.
Bağımsız devletin iki ayağı vardır, biri bağımsız yerli anlayışa sahip bürokrasi diğeri yerli bağımsız sermaye. Bunun ilk bölümü yani bürokrasi ayağı geçtiğimiz 16 yılda büyük oranda çözüldü. (kalitesini konuşmuyoruz o ayrı bir bahis) Bürokrasiyi yerlileştirmek zorlu bir süreç oldu, bunun için aynı güçlerin daha önce dindarları bölmek için koruyup kolladığı Fetö yapılanması kullanılmak zorunda kalındı. Bu konuya şu yazıda değinmiştik.

İkinci ayağı olan yeni bağımsız yerli sermaye oluşturmak hedefi de yeterli olmasa da belli oranda yapılabildi. Tabi fetöyü kullanmak nasıl bazı komplikasyonlara sebep olduysa yeni sermayenin oluşturulmasında da beklenen sorunlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bürokrasi ıslah edilirken adil görülmeyen bazı uygulamalar yapılması nasıl zorunlu idiyse sermaye konusunda da bunlar oldu. Büyük ihalelere eski holdingler dahil edilmedi bu holdingler de buna tevessül etmedi çünkü devletle iş yapmanın ne demek olduğunu iyi biliyorlardı. Zaten eşit bir ihale ortamı sağlansa Türkiye’de bütün işleri eski holdingler alırdı, hiçbir yeni şirket onlarla rekabet edemezdi.
Bağımsız sermaye çok mu önemliydi?
Evet mesela medya bu sermayenin kontrolü altındaydı. Aydın Doğan, Erol Aksoy, Dinç Bilgin bunlar bir anda zenginleştirilmiş medyaya hakim kılınmış isimlerdi. Atv Sabah grubu tek başına Dinç Bilgin’in elindeydi. Dinç Bilgin’in  ne müteahitlikten ne sanayiden hiçbir geliri yoktu ama devletten ve sermayeden nasıl bir destek alıyor idiyse, bu medya grubunu rahatlıkla çekip çeviriyordu. Yeni dönemde Atv Sabah grubu önce Çalık grubuna satılmış, grup bir süre sonra yükü taşıyamadığı için devretmek istemiş onun yerine ancak beş büyük şirkete bu yük verilmiş onlar da bunun ağır bir yük olduğunu her yerde gündeme getirmişlerdir. Eskiden hiçbir işi olmayan bir kişi tek başına büyük bir medya grubunu idare edebiliyordu şimdi bütün büyük ihalelerde ortak olan 5 grup aynı medya grubunu ayakta tutmakta zorlanıyor demek ki eski dönemdeki gibi bunlara teşvik, fatura ve hayali ihracat gibi havadan paralar verilmiyor. Aydın Doğan’a Dış Bank 17 milyon dolara İş Bankası kredisiyle verilmiş yine düşük bir bedelle Petrol Ofisi verilmiş bu iki şirketi Aydın Doğan birkaç yıl sonra 3.5 Milyar dolara son yıllarda da elindeki diğer medya şirketlerini de beraber toplam 5.2 Milyar dolara satmıştır. Yeni dönemde destek gördüğü bilinen, birçok ihale bitiren  bu 5 grubun toplam değeri halen 5.2  milyar dolar değildir. Düşünelim önceki dönemde Aydın Doğan grubu, bir banka müdürüyken medya banka sahibi olan Erol Aksoy hangi inşaat veya sanayi yatırımıyla zenginleşmişti. Bu isimler o dönemin çok zengin ve en etkili isimleriydi. Yine bir başka banka ve medya sahibi isim Mehmet Emin Karamehmet, bunlardan farklı olarak aileden varlıklı biriydi ama ciddi hiçbir sanayi tesisi olmadığı halde Türkiye’nin o dönemde en zengini olmuş, tekel haline getirilen Türkcell ile dünya zenginler listesinde 29. sıraya çıkmıştı. Bahsettiğimiz gibi diğer büyük sermaye grupları da kripto yahudilerden ve  distribütörlük anlaşmalarıyla yatırım alanları kısıtlanmış şirketlerden oluşuyordu.
Bu düzende yerli bağımsız sermaye oluşturulmadan ülkenin bağımsızlığa kavuşması, teknoloji ve sanayi açısından gelişmesi mümkün olmayacaktı. Yeni sermayenin oluşması için yatırımlarda yeni gruplar tercih edildi bu süreç tabii ki bir kısım girişimci  ve bürokrat tarafından istismar edildi. Yine fetönün bu süreçte her alanda büyük pasta kapmak için bürokratları bazen tehditle bazen dini duygularını istismar etmek  yoluyla kullandığı ve yozlaşmayı hızlandırdığı da bir gerçektir.
Türkiye’nin eski düzenden kurtulması için yaşanması gereken bu süreçte doğal olarak en çok inşaat yatırımları yer tuttu. Özel sektör bir taraftan üretime yöneldi fakat marka üretmekten çok yan sanayi, avrupa sanayisine fason üretim şeklinde gelişti. Türkiye’de ihracatın 2002’de 36 milyar dolarken şimdi 160 milyar dolar olması ülkede ciddi bir üretimin de yapıldığı anlamına gelir. Dünyada sanayi üretiminde yatırımların uzakdoğuya kaydığı dönemi de yaşadığımızı unutmayalım. Euro bölgesinin dünya ihracatındaki payı 1999 yılında %39.3 iken 2015’te bu oran 25.6’ya düştü. Çin’in aynı oranları 3.1’den 11.6’ya çıktı.
Bununla beraber Türkiye eğer kendi markalarını üreten bir sanayi ülkesi olmuş olsaydı ve ihracatı buna dayalı olsaydı,  yapılan son ekonomik operasyonda ekonomik olarak tamamen çökertilebilirdi. Sanayi ülkesi olmak sadece üretmekle değil dünya piyasasında bunu devamlı satabileceğiniz piyasaya da bir siyasi güçle hakim olmanızı gerektirir. Aksi halde en küçük ambargo operasyonunda firmalarınız çöker.
Türkiye ABD’nin bir eyaleti gibi çalışan bir Güney Kore değildir. Güçlenmesini tehdit olarak gören dünyanın en güçlü ülkeleriyle örtülü bir savaş sürdürmektedir. Bu durumdayken hakim olmadığınız pazarlar olmadan batı ülkelerine mal satarak kuracağınız sanayii en büyük zaafınız olurdu.

Türkiye yaşanması gereken süreçleri bazı yol kazalarıyla beraber bugüne kadar iyi bir şekilde getirmiştir. Nasıl fetö yapılanmasından kurtulmak için 15 Temmuz darbe girişimi Allah’ın bir lütfu olduysa. Şımaran yeni sermayenin , israf eden devletin, yozlaşan bürokrasinin, yerli tüketim hassasiyetini anlamamış halkın uyanması, terbiye olması için bu son döviz operasyonu da Allah’ın bir lütfu olmuştur.
Yaşamak zorunda olduğumuz bu süreçlerden sonra şimdi; dünyada yeni, gerçekten hakim olabileceğimiz pazarlar edinmek, yeni sermaye sahiplerini üretime, ihracata yönlendirmek, halkın yerli tüketim bilincini diri tutmak ve yozlaşan bürokraside liyakati esas almak suretiyle yolumuza devam etmeliyiz.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...