24 Kasım 2018 Cumartesi

Kur’an-ı Kerim, İslam’ın tek tedavi ve savunma sistemidir.



Allah’ın mesajını kaynağından öğrenmek isteyerek Kur’an meali okuyanların bir kısmının deizme ve ateizme kaydığı iddia edilmekte, bunun üzerinden gençler Kur’an meali okumaktan sakındırılmak istenmektedir.
Durum gerçekten böyle mi?
Aslında çevresinde gördüğü dinden bir sebeple bağı kopmakta olanların bir kısmı dinden çıkmaya yazmışken son bir ümitle   Kur’an’ı da okumayı deniyor. Fakat geleneğin taşıdığı tortularla okuduğu Kur’an meali yarasına ilaç olmayınca bu gayreti gösterenlerin bir kısmı deizme ve ateizme kayıyor.
Bu şuna benziyor,
İnsanlar, ceza evi olan hapishanelerden çok
şifa evi olan hastanelerde hayatını kaybeder.
Çünkü ölmek üzere olanlar, bir çare için hastaneye gitmektedir.
Bununla beraber Kur’an, bu şekilde gelenlerin çoğunu ‘’hayatta’’ tutuyor
Kur’an öyle kerim bir kitap ki, kendisine başvuranları samimiyet derecesine göre merkezden uçlara kadar  konumlandırıyor.  Dinden çıkmaya yazanların bir kısmını uçlarda da olsa elinde tutma özelliği var. Kur’an bu özelliği ile kendini müstağni görenleri/ibadetler avam için gereklidir diyenleri, mürcie ehlini/Allah’ın va’dini merhametinde eritmek isteyenleri  dahi -Tevhid Ehli- dairesinde tutarak, dinden çıkmaya yazanları içerde tutmakta, bu mucizevi yönüyle insanlar eliyle fıtrattan uzaklaşan dini çevreleyerek, içinde küçük de olsa samimiyet taşıyanları, tekrar sahih dine dönebilmeleri için din dairesinde tutma kudreti gösteriyor.
Bu yüzden yanlış metodlardan doğan komplikasyonlara rağmen Kur’an-ı Kerim, İslam’ın tek tedavi ve savunma sistemidir.

22 Kasım 2018 Perşembe

Yirmi yıl önceki İslami Aktivistlerin din anlayışı ve Ak Parti hangi İslami anlayış üzerine kurulmuştu?


Yirmi yıl öncesine gidip , Ak Parti’yi kuran kadroların ve arkasındaki entelektüel aklın dine bakışını hatırlayabilirsek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘’İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır’’ sözünün ortadan söylenmiş bir söz olmadığını anlayabiliriz.
Geleneği sorgulamadan her şeyine tabi olmak konusu Türkiye Müslümanları için yirmi yıl önce büyük oranda aşılmış bir konuydu. O dönemde özellikle İslami Aktivistlerin kurduğu siyasi parti çevresi ve aynı istikametteki vakıf ve dernek mensupları için en çok gündeme getirilen konu, ‘’Müslümanların bu hale düşmesinin sebebi içtihat kapısının kapatılmış olmasıdır’’ savunmasıydı.
Tekke/tarikat ve cemaat çevreleri genelde İslami Aktivistlerin partilerinden uzak durur, merkez sağ partilere oy verirdi. Diyanet teşkilatı islami aktivizme bulaşmış mensuplarını yüksek mevkilere çıkarmazdı.
İslami aktivizmin o dönemdeki islami anlayışını anlamak için şunları hatırlamak yeterlidir.
1997 yılında Erdoğan’ın başkanlığı döneminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından Fazlurrahman sempozyumu düzenlenmiş ve sunuş yazısını bizzat Erdoğan’ın yazdığı bir kitap basılmıştı.
Ak Parti’nin ilk hükümetlerinde İlahiyat hocalarından Prof Dr Mehmet S. Aydın, Prof Dr Mustafa Yazıcıoğlu görev almıştır. Diyanet İşleri Başkanlığına Prof Dr Ali Bardakoğlu atanmıştır. Bu isimlerin ilahiyat alanında hangi görüşü temsil ettiği bilinmektedir.
Bunlar, o dönemde mevcut din anlayışından memnun olunmadığının, İslam’ın aslına/özüne dönme ihtiyacının fark edildiğinin delilleridir.
Gerek bu ilahiyat hocaları, gerek Ak Parti kurucuları ve arkalarındaki entelektüel aklın din anlayışı; sorgulayıcı, yenilikçi, kuşatıcı, özgürlükçü bir dünya görüşünü temsil ediyordu.
Bu yüzden o dönemde devleti elinde tutan zinde güçlerden şikayetçi olan liberaller ve bazı solcular bu din anlayışının mevcut kemalist ideolojisinden çok daha özgürlükçü olduğunu fark ettiler ve Ak Parti’ye destek verdiler.
Ak Parti hükümetleri ilk dönemlerinde her kesimden yazarları, akademisyenleri şaşırtacak derecede özgürlükçü ve yenilikçi politikalar geliştirdi. Cumhurbaşkanı Sezer’e takılmasa çok ilerici kanunlar çıkarmayı da başaracaktı.
Sonra ne oldu da tarikatçı ve gelenekçi cemaatlerin sesleri yükseldi ve etkinlikleri arttı?
İktidarın ilk dönemlerinde Cumhurbaşkanı Sezer’in de dahil olduğu ‘’özgürleşmelere karşı bariyer’’ oluşturan, yargıya ve TSK’ya hakim zihniyetle mücadele sürecinde etkinleşen Gülenist yapı bir süre sonra gizli gündemini uygulamaya koyup Ak Parti’den kurtulma operasyonu başlatınca diğer cemaat ve tarikatlar İktidarın yanında durmanın karşılığı olarak devlette ve Ak Parti’de fazladan yer tutmaya başladılar.
Bu durum, Ak Parti tabanında tam karşılığını bulmayan ve Ak Parti’nin fikriyatıyla uyuşan bir durum değildi. Bu gelişmelerin hepsi zorunluluktan, İktidarı yıkma girişimlerinin ortaya çıkardığı gelişmelerin, İktidarı mecbur bıraktığı durumlardı.
Sonuçta bugüne geldik şimdi Ak Parti fabrika ayarlarına dönüyor.
Ak Parti bunu yapmak zorundadır. Sahih İslam’a dönmek Müslümanlar için de Türkiye için de hayati önemde bir konudur.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Levlâke, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Ama İmanın 7. Şartı Haline Gelen Söz

“(Ey Muhammed!) Sen olmasaydın, [Sen olmasaydın] ben asla âlemleri yaratmazdım.”
(Levlâke [levlâke] le-mâ halaktu’l-eflâk)
“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen bu sözün uydurma olduğu önemli hadis alimlerince kabul edilmiştir. Bu alimlerden bazıları; İbnu’l-Cevzî (ö.597) Ali el-Kârî (ö.1014) Sağânî (ö.650) Suyûtî (ö.911) Aclûnî (ö.1162) Şevkânî (ö.1250)
Fakat bazı hadis alimleri bu sözün uydurma olduğunu ama rivayet edilen başka hadise göre bu sözün mana olarak doğru olduğunu iddda ettiler.
Bu hadis,
‘Ey Muhammed! Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım. Sen olmasaydın, cehennemi de yaratmazdım.’” (Deylemî, el-Firdevs bi-me'sûri'l-hitâb (Firdevsü'l-ahbâr), V, 227.)
Bu manaya gelecek büyük hadis kitaplarında bir rivayet olmadığı halde ‘’alemlerin Hz Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratıldığı’’ konusu gelenekte bir kabul olarak yerleşti.
Halbuki büyük hadis kitaplarında sağlam rivayetle geldiği kabul edilen şöyle rivayetler vardır.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e bir adam gelip: “Ey Hayru’l-Beriyye (yaratılmışların en hayırlısı)” diye hitabetmişti. Aleyhissalatu vesselam hemen müdahale etti: “Bu söylediğin İbrahim Halilullah'ın vasfıdır.”
Kaynak: Müslim, Fedail 150, (2369), Tirmizi, Tefsir, Lem yekun suresi, (2349), Ebu Davud, Sünnet 14, (4672)
Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri aralarında münakaşa edip küfürleştiler. Müslüman öbürüne: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ı alemler üzerine seçkin kılan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun!” diye yemin etti. Yahudi de: “Musa aleyhisselam’ı alemler üzerine seçkin kılan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun!” diye yemin etti. Derken, o böyle der demez, müslüman elini kaldınp yahudi’ye bir tokat vurdu. Yahudi de doğruca Aleyhisselatu vesselam’a gidip hadiseyi haber verdi. Aleyhissalatu vesselam: “Beni Hazreti Musa’ya üstün kılmayın! Çünkü insanlar hep bayılacaklar. İlk kalkan ben olacağım. Ben ayılınca Hazreti Musa’yı Arş’ın bir ucundan tutmuş göreceğim. Bilemiyorum. O, bayılıp hemen ayılanlardan mıdır, yoksa Allah’ın istisna ettiklerinden midir?” buyurdu.
Kaynak: Buhari, Husumet 1, Enbiya 34, 35, Rikak 43, Tevhid 31, Müslim, Fezail 160, (2373), Ebu Davud, Sünnet 14, (4671), Tirmizi, Tefsir, Zümer, (3240)
Gelenekçiler bütün bunları bir arada nasıl kabul edebiliyorlar. Bu rivayet grubunun en azından birinin yalan olduğu çok açıktır.
Kur’an’ın vaz ettiği ilkelere göre ise zaten bu iki gruptaki rivayetlere inanmak sıkıntılıdır.
Ve Resulullah’ın bu konudaki uyarıları,
"Her kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın."
(Buhârî, İlim 38)
"Her kim de bile bile, benim ağzımdan uydurulmuş, bana ait olmayan bir sözü ben söylemişim gibi anlatır ve aktarırsa o da o sözü uyduran iki kişiden biridir."
(Müslim, Mukaddime 8, 19)
Gelenekçiler bütün bunları bir arada nasıl inanç konusu yapabiliyorlar? Nasıl hiç rahatsız olmuyorlar?

17 Kasım 2018 Cumartesi

Her türlü vesayetten kurtulmamız başka bahara kalmasın.


7 Şubat 2012 günü ‘’MİT kumpası’’ diye tarihimize geçen bir olay olmuştu. Fetö yapılanması henüz cemaat diye anıldığı günlerde kendine bağlı savcılar ile MİT Müsteşarını ifadeye çağırmıştı. Bu Başbakan’a ulaşacak bir soruşturmanın başlangıcı olduğu o dönem konuyla alakalı herkes tarafından anlaşılmış ve Fetö-Ak Parti gerilimi başlamıştı.
Fakat bu gerilim alttan alta sürerken, diğer taraftan TSK’da etkin olan laikçi cuntanın tasfiyesi davaları devam ettiği için dere geçerken at değiştirilmez diye Hükümet bu gerilimi açık kavgaya çevirmemişti.
Fetö bu süreçte bütün kurumlarda yine yapılanmaya devam ediyor,‘’öz ak partilileri’’ ekarte etmeye devam ediyor, medyada kendilerine yapılacak, özellikle de ‘’hoca efendilerine’’ yapılabilecek en ufak eleştiriyi susturma gayretleri bütün hoyratlığıyla devam ediyordu.
Recep Tayyip Erdoğan bir strateji yürüttüğü için 2012 Haziran'ında Fetö tertibi Türkçe Olimpiyatlarında ‘’gel bu hasret bitsin’’ derken bu sözdeki meydan okumayı anlayanlar anlamaktaydı. Çünkü bu yapılanmanın aynı yılın şubatında kendisine uzanacak bir dava açtığını biliyordu.
Fakat Ak Partili medya mensuplarının ve siyasetçilerinin çoğu bu kavgayı anlayamadı. Anlayanların bir kısmı o günlerde bu yapının gücünden çekindi. Bir kısmı kavga çıkartanlardan olmak istemedi, bir kısmı da bu konuda söz söylemeyi fitne saydı. Çok az sayıda kişi gerekeni söylüyordu ve onlar da dışlanıyordu. Canlı yayında Feto'ya emekli vaiz diyerek aslında o günlerde Feto'nun ''sihrini'' bozan bu çıkışından dolayı tv ambargosu yiyen gazetecilerimiz oldu.
 Halbuki aynı günlerde Fetö'nün sosyal medya tetikçileri kavgayı her gün büyütmekte, Ak Partilileri sindirmeye, korkutmaya devam ediyordu. Böylece Fetö alttan alta yürüyen bu kavga günlerinde mevzi kazanmaya, olduğundan daha güçlü görünmeye devam etti.
Şimdi yeni bir süreç yaşamaktayız. Ülkeyi bütün vesayetlerden kurtarmak için yola çıkan Ak Parti büyük mesafe aldığı bu konuda bugünler yine 2012 yılında cemaat görünümlü Fetönün yaptığı psikolojik savaş benzeri bir saldırının etkisine sokulmaya çalışılıyor.
Atatürk vesayeti,
Bugünlerde masasına Atatürk ikonu koyan bir bürokratın yerinden oynatılması hele görevinden alınması bu gidişle 2012 yıllarındaki ‘’cemaat’’ mensubuna dokunma gibi bir hal almaya başlayacaktır. Anlaşılan o ki bu mevzunun uzmanı olan kripto Fetö mensupları da bunu kullanmaya başlamıştır.
Cumhurbaşkanından bu konuda işaret bekleyenler, yine 2012 yılındaki hataya düşerler.
Bütün vesayetlerin kalkması için  kalem sahipleri ellerinden geleni yapmalı gerçekleri halka anlatmalı, Türkiye Kuzey Kore benzeri bir devlet olmaktan çıkarılmalıdır.
Medyanın ezici çoğunluğunda çıkıp istediğinizi konuşabildiğiniz bu günlerde halka gerçekleri anlatmayacaksanız daha ne zaman bunu yapacaksınız.
Bu konuda gerekirse Cumhurbaşkanıyla karşı karşıya gelme görüntüsü vermekten kaçınmayın. İnanın orta vadede kazanan siz olursunuz.





İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...