10 Nisan 2018 Salı

Müminler neden Tekâmül’ü (evrim) sünnetullah'a uygun görmek durumundadır

 
Biz evrim yerine tekâmül demeyi tercih ediyoruz, çünkü evrim raslantısaldır. Biz bir Yaratıcı'ya inandığımız için tabiatta amaçlı bir gelişim var demek durumundayız.
Eğer biz insanoğlunun tarihin bir döneminde yetişkin bir insan şeklinde, diğer canlılardan bağımsız olarak yekten yaratıldığını kabul edersek o zaman bunu bilim mutlaka bir gün 2X2=4 eder kesinliğinde tespit eder. İnsan yeryüzünde bir geçmişe bağlı olmaksızın gökten yere inmiş veya yerden aniden bitmiş olsa ve yaşayan diğer canlılardan tamamen bağımsız bir şekilde hayata başlamışsa bunu bilim bir gün mutlaka kalıntılar yoluyla bulur. O zaman Allah’ın, imtihan dünyası düzleminde kendisini gizlemesi bilime yenik düşmüş olur.
Önceki insanlara karşı bilimin ilerlediği dönemin insanları Allah’ı bulma konusunda çok şanslı bir duruma geçerler ki bu Allah’ın adaletine uygun olmayacaktır. Biz biliyoruz ki imtihan dünyasındayız ve biz bilimin ispatıyla değil bilimin aciz kalmasıyla Allah’a inanıyoruz.
Bu aciz kalma, 5000 yıl önce de vardı 2010'lu yıllarda Cern’de yapılan deneyde de var olmaya devam ediyor olmalıdır.
O ‘’Tanrı parçacığı’’ bilimsel olarak ispatlanamayacaktır. Bu imtihan dünyasında, Allah, her dönemde ‘’Onun varlığına iman etmeyi’’ hidayetin konusu olmasını sağlayacak kudrettedir.
Onun için diyoruz ki insanın yaratılışı da bu imtihan dünyası sistemine uygun olarak ilk bakışta raslantısal bir görüntü vermek durumundadır.
Bilimin bir gün bunu bütün yönleriyle ispatlayacak olması mümkün olmamalıdır. Yani insanın yaratılışının yekten bir tarihte başladığını ispat etmek Yaratıcının varlığını bilimsel olarak şüphesiz bir şekilde ispat etmek olur bu da imtihan açısından insanlık arasında adaletsizlik doğurur.
Sünnetullah çerçevesinden bakınca , insanın diğer canlılar gibi yeryüzünde bir süreçle yaratılmış olduğunu kabul etmek daha isabetli görünmektedir.

İslam’a İnanmada Kendi Tecrübem


Evren var ve bilinç var ise bunun bir varediciye ihtiyacı vardır. Eğer bilinç olmasa sadece evren olsaydı bu evrenin kendisi tanrıdır denebilirdi ki bunu söyleyecek bir bilinç olmayacağı için bu sözün bir anlamı yok.
Bilincin taştan topraktan var olacağına inanmak Tanrı ile ilgili aklımızla ilk elde tespit ettiğimizi sandığımız bütün çelişkilerden çok daha büyük bir çelişkidir.
Hayatımızda işler iki kere iki dört eder şeklinde yürümüyor. Eden bulur, ah alanın bunu hayatında görmesi, bahtı açık olmak gibi bazen insanın yolunun açılması, bazen işlerin zorla yürümesi. medeniyetin insanlar arasında dönüp durması, hayata bir müdahalenin olduğu gerçeğini bana çok açık bir şekilde gösteriyor.
Tanrı'nın var olduğuna inandıktan sonra Evren'i yaratan Tanrı'nın mutlaka mükemmel bir varlık olması gerektiğini zorunlu olarak kabul ederiz çünkü mükemmel olmayan bir varlık varlığını kendinden devam ettiremez. Merhametli olmak durumundadır çünkü kıskanacağı veya tehdit kabul edeceği bir rakibi yoktur. Zulmetmez çünkü bu acizliktir.
Bilinç hakkında fikri olanlar bilir ki bilinç bir vicdanla yaratılmıştır. Bilinç sahibi vicdanlı insan yaratıcısının da mutlaka vicdanlı olduğunu düşünmek durumundadır.
Bilinç ve vicdan peşinden ahlak kurallarını getirir ahlakın bir numaralı şartı adaletli olmaktır. Adalet sahibi Yaratıcı, bilinçli insanı yarattığına göre bu insanların arasında adaletli olması gerekir. Fakat insan tecrübe etmektedir ki insanlar arasında kabiliyetleri ve yaşam şansları açısından bir eşitlik yoktur. Bu insanlar yapıları gereği birbirlerine haksızlık yapmaktadır. Yaratılan tabiat da afetlere maruz kalmaktadır. İnsanların birçoğu hiç suçu yokken tabii afetlerde hayatını kaybetmektedir veya sakat doğmaktadır. Bütün bunları yaratan Tanrı eğer bu insanları bir şekilde eşitlemeyecekse bu büyük bir sorundur.
İnsanlar farklı yapılara sahip olmaları, güçlü ve zayıf, asabi ve yumuşak huylu şeklinde yaratılmaları neticesinde kötülük yapma kabiliyetine de sahip olmaları insanların çatışma yaşamasına sebep olmaktadır.
Bu farklı yapı ve yaşam şanslarına sahip insanları bir yerde eşitlemek, kendi aralarında hesaplaşmalarını sağlamak, şanssız bir şekilde hayata başlayanlara veya hayatını kaybedenlere bunun karşılığını vermek Adil Yaratıcı için zorunlu bir adalet olarak görünmektedir.
Yaratıcı bu eşitlemeyi, bu hesaplaşmayı bütün insanlar için bu dünyada yapmıyorsa bir başka boyutta yapmasını bekleriz ve bunu bize haber vermesini bekleriz.
Dünya tarihine, insanların inandıkları şeylere bakınca insanların sürekli bir Tanrı inancı tecrübe ettiklerini görüyoruz. Bir gelenek hemen kendisini gösteriyor bu gelenek hep tek büyük yaratıcıdan bahseden, kitap sahibi, Yaratıcı'dan vahiy aldığını iddia eden peygamberlerin insanlık tarihinde yer aldığını görüyoruz.
Bu kitapların getirdiği son üç din bugün dünyanın en önemli dinleridir. Musevilik, Hristiyanlık ve İslam bunlar aynı geleneğin dinleri oldukları çok açık. Bu peygamberli din serisinde bir özellik var bu elçiler hep kendilerinden önce gelen elçileri de kabul edip kıssalarını anlatıyorlar ve kendilerinden sonra da bu geleneğin devam edeceğini söylüyorlar. Fakat insanlar bu kitapların getirdiği dinleri kısa zamanda yozlaştırıyorlar ve dinlerini bozuyorlar bu durum daha eski dönemde yine aynı gelenekten gelmiş din olduğu halde bugün çok başka hal almış diğer dinleri de anlamamızı sağlıyor. Ve sonuçta aynı gelenekten Kur’an adlı bir kitap geliyor ve bu Kitap son ayetlerinde benden sonra artık elçi gelmeyecek diyor ve gerçekten de aynı geleneği temsil eden bir elçi gelmiyor.

Kur’an’a baktığımızda en başta aklımızla kabul ettiğimiz Büyük Yaratıcı'yı tam anlamıyla tanımlayan bir kitap görüyoruz. Ona kimseyi ortak koşmuyor onun mülküne kimseyi ortak etmiyor. Onun yüceliğine halel getirecek bir tanımlamaya rastlamıyoruz.
Kur’an’ı insanlardan daha üstün özelliklere sahip birileri yazmıştır iddiası ortaya atılsa bile biz deriz ki neden kendilerini bize dikte etmemişler de Allah’ı bize en güzel şekilde tanıtmışlar.
Bu noktada şu itirazlar olabilir. Biz Kur’an’ı okuyoruz fakat orada aklımıza uymayan bazı çelişkiler ve bildiğimiz ahlak değerlerine uymayan bilgiler görüyoruz.
Buna şunu deriz.
Matematikte soldaki bir rakamı sağındaki sekizlerden dokuzlardan daha büyüktür. Bu şu demektir biz en baştan başlayan bir mantık örgüsünde zorunlu olarak büyük kabullerle bir Kitab'a kadar ulaşmışız bunlar bizim için en soldaki bir rakamıdır. En baştaki kabullerimize karşılık şimdi yerel, güncel alışkanlıklarımız veya zamanımızdaki bilimin gelebildiği noktada bize ters gelen bazı konuları Kur’an’a ters görüyorsak burada mantık kurallarını yıkarak ‘’zorunlu büyük kabulü’’ değişken, zamana ve alışkanlıklara dayalı kabullere feda etmeyiz.
Bu kabuller bize ilk etapta sekiz dokuz gücünde görünse bile. Çünkü aklımızın kabul ettiği en büyük değer Yaratıcının kendisidir. Biz onu tanımayı onu razı etmeyi varlık sebebimiz sayarız. Bu duygusal bir şey olduğu kadar matematiksel bir zorunluluktur.

Rivayetleri neden sorun ediyoruz?


Allah insanı kendine kul olsun diye yarattı. Yaratıcısını doğru tanısın, dini ona has kılsın diye akıl sahibi insanı yeryüzünün halifesi kıldı. İnsanın birçok kabiliyeti var ama en üstün özelliği aklıdır. Vicdanlı olması, ibadet edebilmesi, hayır peşinde koşması gibi görerek öğrendiği kâr zarar dengesi gözetip insan dışındaki canlıların da yaptığı gibi sahibini memnun etme gayretleri olabilir. Bunların yanında çok daha önemli bir görevi var ve bu görev en üstün özelliği olan aklına düşen bir görev; Allah’ı doğru tanıma onu doğru takdir etme.
Bu mevzuda makbul kabul edilen kitaplardaki rivayetleri kabul etmenin ne sakıncası var sorusuna gelelim. Bu kitapların, tabiki büyük gayretlerin ve çoğunlukla samimi niyetlerin ürünü olduğunu kabul ediyoruz.
Fakat iş Allah’ı tanıma ve takdir etme konusuna geldiğinde kimsenin hatırı ve gayreti var diye toleranslı davranamayız ve aklı kenara koyamayız.
Örnek olarak Mirac hadisini ele alalım bu rivayette namazın 50 vakit olarak Allah tarafından emredilmesi ardından Musa(as)ın müdahalesiyle defalarca git gel ardından 5 vakite indirilmesi var. Burada geçen anlatım Kur’an’ın bize tanıttığı hükmüne kimseyi ortak etmeyen, insana taşıyamayacağı yükü yüklemeyen Allah tanımına uymuyor. Veya bütün bunları kenara koyup diyelim ki Allah’ın böyle de bir tarzı olabilir böyle bir şey de olmuş olabilir. Fakat bu bir ihtimaldir. Bu Kur’an gibi sabit bir delille bize gelmiş bir bilgi değildir. Bütün hadisçilerin ittifak ettiği gibi ahad rivayetler şüphe barındırır %100 bu rivayet doğrudur denemez. Peki biz bütün varlık sebebimiz olan Allah’ı doğru tanımak sorumluluğunu rivayet kitabını yazan tarafından bile kabul edildiği gibi %100 doğruluğu sabit olmayan bir bilgi üzerinden Allah’a bir yakıştırma yapmış olmuyor muyuz?
Bu riski neden alalım?
Ben bu riivayetleri ihtiyatlı karşılıyorum bunlara hayatımda yer vermek istemiyorum. Zaten ibadetlerimi fıkıh kitaplarında derlendiği gibi uyguluyorum Allah’I tanımlamaya giren bu gibi rivayetlere hayatımda yer vermek tehlikesini göze almıyorum diyen kişinin mi başı ağırır? Yoksa ben bu rivayetlere hayatımda yer vermeliyim önceki alimlerimin kabul ettiği bu külliyata dokundurtmamalıyım belki Allah ile ilgili yanlış kanaatleri de barınıdracak bu rivayetler hayatımda olacak ama olsun geleneği bozarsam dinim tehlikeye girer diyen kişinin mi başı daha çok ağırır yarın Allah’ın huzurunda.

Kur'an'ı okuyup anlama konusunda insanları üç gruba ayırabiliriz


Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan? (Kamer 22)
Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’an, ancak zararını artırır.(İsra 82)
Kur’an anlaşılır bir kitap mıdır, her müslüman Kur’an’ın mealini okumalı mıdır, Kur’an’dan herkes hüküm çıkarabilir mi? 
Kur’an bir çok yönü olan bir kitap. Hayat rehberi, ahlak kitabı ve mü’minler için her yönüyle insanı onaran bir kitap.
Kur’an’ı okuma veya Kur’an’dan faydalanma konusunda insanlar üçe ayrılabilir.


1- Köylü mehmet amca şeklinde anlatabileceğimiz okuyucu modeli için Kur’an, mealen okunduğunda kıssalarıyla, uyarılarıyla, müjde ve tehdit içeren ayetleriyle bu kapsamdaki insanları Kur’an’ın öngördüğü sınırlar içerisinde uyarma, müjdeleme görevi yapar. Insanları gereksiz korkularla korkutup histerik kişilikler oluşturmadan, başka insanlara bağımlı olmayan bir mü’min tipi oluşturur.


2- Aldığı ilacın prospektüsünü okuyup anlayacak düzeyde okur-yazar, kendine okuduklarından bir ideoloji oluşturabilecek düzeydeki okuyucu kitlesi.
Allah-İnsan ilişkisini, var olmanın anlamını ve gerekçelerini öğrenme, Allah’ın insandan muradını anlama, yeryüzünün halifesi olmanın anlamını kavrama ve insana yüklediği sorumluluğun bilincine varma konusunu bu okuyucu kitlesi Kur’an’ı belli bir sistemde okursa bu konularda sağlıklı bir mü’min olmanın yolunu bulabilir.


3- Bilim insanları, din bilginleri. Kur’an toplum hayatında uyulması gereken kurallarla ilgili emir ve yasaklar vazeder.  Bu emir ve yasaklar her dönem için topluma uyarlanırken mutlaka bir hukuk nosyonu gerektirir. Bu bilim insanları tabii ki Kur’an’ın indiği dönemi, Kur’an’ın dilini, Resulullah’ın örnekliğini, İslam tarihi boyunca oluşan islam kültürünü bilmek durumundadır.


Kur'an'a dönüş çağrısı yapılırken en başta din bilginleri Kur'an'a çağrılmaktadır. Geleneğin bize taşıdığı dini düşünce biçimlerinin zamana yenik düşmediğini iddia etmek aklın kabul edemeyeceği bir iddiadır. 

Kur'an'a çağrının mahiyeti şudur; İlahiyat alanındaki dini bilimlerde tevarüs edilen zamanla kemikleşmiş kaide ve kurallar için referans alınan ayet ve hadislerin yeniden bağlamına bakılarak değerlendirilmesi gerektiğidir. 
İlahiyat uzmanından beklenen, Kur'an'ı geleneğin etkisinden ari bir şekilde zamanın ruhuyla, zamanın birikimiyle ve bilimsel bir metodla okuması ve Kur'an'ı, geleneğin kavramlara yüklediği anlamlara mahkum etmeden anlamlandırması, Kur'an gözlüğüyle geleneği tecdid etmesidir.

Bu kavramları Kur'an'ın muradına uygun anlamlandırma işi bütün bilim dallarını  hatta toplumun her kesimini ilgilendiren tarafları olan ciddi ve zorlu bir süreçtir. Kur'an anlamamız için kolaylaştırılmıştır ama geleneğin yüklediği tortulardan sıyrılmak dünyanın en zorlu işidir.

Bu yüzden Kur'an'ı herkesin gündemine alması ve kendi düzeyinde okuması ve anlamaya çalışması ümmetin en büyük vazifesi ve kurtuluş yoludur. Bu okuma sonucunda ümmetin gündemi birleşecek  İlahiyat uzmanına sorulacak sorular belirlenecek, Kur'an'ın şifa ve hidayet rehberi olma özelliği dünyaya rahmet olarak yağacaktır.

Bu konuda yardım edecek olan  ve doğruya ulaşma kabiliyetini verecek olan yine Allah'tır.
Tek şartı var bu işi Allah için yapmamız, kimsenin hatırını düşünmeden, gelenekçilik hastalığına kapılmadan.
Ey inananlar! Eğer Allah'a karşı sorumluluk bilinci içerisinde olursanız; O, size hak ile batılı ayırt edecek bir anlayış ( furkan) verir. Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir. (Enfal 29)












Sana Ruhtan Soruyorlar Ayeti ve Ruh-Can Ayrımı


Sana Ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin işlerindendir. Size pek az ilim verilmiştir.”(İsra 85)
Bu ayette geçen ‘’ruh’’ kanaatimizce Cebrail anlamındadır. Buradaki ruh kelimesini İnsanın ruhu şeklinde anlamamıza engel olan, Kur’an’da insanın ruhu diye bir kullanım olmamasıdır. İnsana üflenen ruh Kur’an’da hiç müstakil bir varlık olarak geçmez. Ruh, Allah’a nisbet edilerek Hicr 29’da ‘’ona ruhumuzdan üfledik’’ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي şeklinde kullanılır. İnsan için ruh-beden ayrımı şeklinde bir kullanım yoktur.
''İnanmayanların “Biz bir yığın kemik, bir yığın ufantı olduktan sonra mı yeniden bir yaratılışla diriltilecekmişiz, biz mi? '' (İsra 98) sözüne sizin bedenleriniz önemli değil ruhunuz ölmeyecek diye karşılık verilmemiş ‘’Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kendileri gibilerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi?(İsra 99) şeklinde veya ‘’Bilakis onu parmak uçlarına kadar yeniden diriltmeye kadiriz.’’ (Kıyame 4) şeklinde bedene dikkat çekilerek
cevap verilmiştir.
Peki insana beşer iken üflenen ruh nedir?
"Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın."(Hicr 29)
Beşer yeryüzünde yaratılıp amaçlanan seviyeye geldiğinde Allah ruhundan ona üflüyor.
Ruh kelimesi ‘’rih’’ ريح rüzgar (Rum 48) ‘’reyhan’’ ريحان koku (Rahman 12)
kelimeleriyle aynı köktendir. Allah’tan beşere üflenen ruh gibi insanlardan dilediğine vahyetmesinde de bu kelime kullanılır. ‘’İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin…’’(Şura 52). Bu vahyetme sisteminin görevlisi büyük melek Cebrail de bu ismi alır Cebrail Kur’an’da ruhun marife şekliyle Er Ruh الرُّوحُ (Mearic 4) ve Ruhul Emin الرُّوحُ الْأَمِينُ (Şuara 193) Ruhul Kuds رُوحِ الْقُدُسِ (maide 110) şeklinde
geçer.
Vahyetme sisteminde vahyedilen Ruh, vahiy görevlisi Er Ruh ve İnsana üflenen ruh.
Rüzgar ( rih ريح) kelimesiyle aynı kökten gelen bu ‘’ruh’’ kelimesini bugün tanımlayacak, işlevini bugün bize daha iyi izah edecek doğru kelime frekans olabilir mi?
Kur’an, insanın müstakil bir ruhu var, bedeni yok olsa bile ruhu yaşayacaktır demez ama insana ruhtan üflendiğini söyler. Bu nasıl olabilir. Biz bunu şu şekilde izah edebilir miyiz?
Beşer insan yeryüzünde yaratılıp gelişmesini tamamlayıp belli seviyeye ulaşıp ruhu istiab edebilecek kabiliyete sahip olunca, Allah ruhundan ona üflemiştir ve ardından Adem’e ‘’esma’’ yı öğretmiştir.(Bakara 31) Nedir esma? Esma eşyaya isim koyabilme yeteneği yani eşyayı kullanabilme yeteneği olduğunu anlıyoruz. Beşer insan ruhtan üflendiği anda cüzi planda yaratıcı varlık özelliğini kazanmaktadır. Bu üflenen ruh insan uykudayken de Allah tarafından geri alınıyor çünkü insan uykudayken ruhu istiab edecek kabiliyeti kaybetmektedir. ‘‘Ölüm sırasında Allah ruhları alır. Ölmemiş olanların ruhlarını ise uykularında alır; sonra, ölümüne hükmettiği kimsenin ruhunu tutar, diğerlerini de belirlenmiş bir ecele kadar geri gönderir…(Zümer 42) Bu ayetin orjinalinde ruh kelimesi geçmez ama kastedilen şey şu ki, uyku ile ölüm anında benzer bir olay yaşanmaktadır bu can olmayacağına göre insana ‘’yaratıcılık’’ özelliğini kazandıran ruh olmalıdır çünkü ayette ölümüne hükmedileninkini tutarız ( فَيُمْسِكُ ) deniyor Allah tarafından tutulan bir şey var uyku halinde de tutuluyor uyanınca geri veriliyor.
Bu ‘’ruhu’’ ‘’frekans’’ olarak anlayabiliriz demiştik şöyleki;
Yeryüzünde bir çok canlı var insan yeryüzünün halifesi tayin ediliyor (halife; bir şeyin ardılı son nüvesi, yeryüzündeki varlıkların en son nüvesi) ve en güzel kıvamda yaratılıyor ve ruhtan üfleniyor.
İnsanın diğer canlılara kıyası televizyonun diğer eşyalara kıyası gibi anlaşılabilir. Ruh Allah tarafından verilen bir ‘’frekans’’ gibidir. Bu frekansı onu istiab edebilecek seviyeye gelen insan alıyor ve gücü oranında yaratıcı bir varlığa dönüşüyor. Televizyonun havadaki ferkansı yakalayıp görüntüye çevirmesi gibi. Bu güç , enerji (can), donanım (beyin) dan farklı bir güç olarak insanı yaratıcı varlık haline getiriyor.Burada kazanılan şey özgür irade değil özgür irade hayvanlarda da var diğer hayvanat gibi özgür iradeli beşer belli bir seviyeye gelince Allah’tan kendisine üflenilen veya çağımızın tanımıyla yayınlanan frekanstan aldığı güçle eşyaya isim verebilen bir insan haline geliyor. Bu Allah’tan online alınan bir şeydir.( bir şekliyle benzerdir diyoruz aynı şey değil, meramımızı anlatabilmek için) Ruh-Rih-Reyhan (vahiy-rüzgar-koku) kelimelerinin benzer şekilde içerdiği özelliği bugün frekansla daha kapsamlı izah etmiş oluruz diye düşünüyoruz. ‘’Ruh’’ ‘’can’’ ayrımını bu şekilde ancak izah edebiliyoruz.

Adem (as) ın konulduğu cennet ve yasak meyve hakkında bir mütalaa


Cennet, cin, can, cenin aynı kökten gelen kelimeler, manası gizli olan. Yeşil yapraklar ve çimen toprağı gizlediği için arap bahçeye cennet demiştir. Ödül yeri olan uhrevi yere de bu ad kullanmıştır. Adem’in konulduğu yer de dünyada bir bahçe. Bahçenin özelliği ekmek elden su gölden tabirine uygun bir bahçe. Bu peygamberlere verilen mucizelere benzeyen bir durum . Salih (as) ın devesi Süleyman (as) a verilen güç gibi lütuf ve imtihan. Hz Musa ve kavmine de böyle bir bölgede kolay bir rızık verilmişti İsrailoğulları nankörlük edince oradan çıkarılmışlardı Adem’in cennetten çıkarılırken kullanılan fiilin aynısı kullanımıştır.
İnin, çıkın ( اهبطوا )
Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik. (Bakara 38)
“Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin ( اهبطوا ) şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı. (Bakara 61)Fiil: اهبطوا
Cenneteki yasak ağaç ise çok ilginç iş yine tesettür konusuna dayanıyor gibi. Burada bir metafor veya derin bir mana aramaya gerek yok. –
-Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.”(Araf 20)
Ölümsüzlük meyvesi gibi sözler Şeytanın vesvesesi, Kur’an bu ağaçtan yenilince avret yerlerinin kendilerine görüneceğini söylüyor. Gerçekten de öyle oluyor meyveden yenilince avret yerleri kendilerine görünüyor elbiseleri olmadığı için bahçedeki yapraklarla örtünmeye çalışıyorlar.
Adem ve eşinin ilk bilinç sahibi insanlar olduğunu kendilerine ruhtan yeni üflendiğini biliyoruz. Esmayı yeni öğrendiklerini biliyoruz. Eşya kullanmaya henüz başlamışlar. Elbiseleri yok ki bir şey yeniyor ve avret yerleri ortaya çıkıyor. Bu durumdan basit bir şekilde ne anlarız? Belki basit gelecek ama bu kemoterapi etkisi gösteren bir yiyecek olmasın.

Kader Konusu, Allah geleceği yaratmış mıdır? Yaratılmamış olaylar bilgi konusu mudur?


Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır. RAHMAN Suresi 29
Rabbiniz: 'Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir' buyurmuştur. MU’MİN 60
Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. HADİD 25
Allah geleceği yaratmış mıdır?
Allah Teala Kur’an’da kendini bize tanıtırken bizim dilememize, duamıza ve irademize göre yaratma halinde olduğunu beyan etmektedir. Bizim hür irademizle neyi dileyeceğimizi bilmek istemektedir yaratmayı ona göre yapacaktır.(Ali İmran 140, Maide 94,Hadid 25) Bu ayetlerin meallerinde bilmek anlamındaki علم fiili ‘’ortaya çıkarmak’’ olarak tercüme edilmektedir.
Allah sonsuz ilmiyle şu anda insanların neler dileyebileceklerini yani herkesin önündeki konuda dileme ihtimalleri olan bütün olasılıkları ve her eylem değişkenliğinde etkileyecekleri bütün olayların olasılıklarını da bilmektedir ve bunu kainat durdukça olabilecek bütün değişkenlerin sebep olduğu bütün olasılıklarla bilmektedir. Bununla beraber hür iradeyi insana verdiği için onun dilemesiyle yaratmayı başlatmaktadır. Allah hür iradeyi yaratma kudretine sahiptir ve bunu insana bahşetmiştir. Hür iradeyi kısıtlayacak bütün inanışlar, tanımlamalar, yazılana tabi olduğu şeklinde anlamalar Allah’ın hür iradeyi yaratmış olma kudretini doğru anlamamaktır.
Allah ‘’hayy’’ dır hayat sahibidir. Zamandan münezzehtir sözü Allah’ın süreçten münezzeh olduğu anlamına gelmeyecektir. Kadimdir ve Bakidir evveli ahiri yoktur ama bizim anladığımız anlamda bir hayat sürmektedir. Bunun zamanla ilgisi yoktur zaman izafi olabilir ve bir tabiat olayıdır denebilir. Fakat Allah Teala kainatın art arda süre giden gelişimini, oluşumunu yaratmakta, hür iradeli kullarının dilemelerini yaratarak meydana getirdiği bir hayat ve oluşun yaratıcısı olarak onlarla birlikte hayat sürmektedir.
İradesiz varlıkların yani taş, toprak, gezegen ve yıldızlar gibi bir kanuna tabii olan valıkların oluşumlarını ve gelişmelerini programlamış ve sonlarına kadar bütün hadiselerini bilir ve belirlediği bir vakitte sonlarını getirecektir. Hür iradeli varlıklarda ise (hür iradeli varlıklara hayvanlar da dahildir fakat farklı olarak onlar imtihana tabi olmadıkları için iradelerine çoğu zaman hükmedilerek insanlar için gerekli imtihan aracı olma görevlerini yerine getirdiklerini düşünürüz) dileme ihtimali oldukları bütün olasılıkları bildiği halde hangisini dileyecekler ise onu yaratır ve hayat o şekilde oluşur. İnsanların duaları neticesinde onların isteklerini yerine getirecek ise insana o yönü kolaylaştırır veya zorlaştırır(doğayla, diğer canlılarla bu müdahaleyi yapar ‘’Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir’’/Fetih 7) ama iradelerine müdahale etmez. Veya Allah’ın murad ettiği şekilde yönlenmesini istediği gelişmeler de olabilir. Bu durumu onlar için yazar insanlar o istikamette imtihanlarını gerçekleştirmeye devam eder. Mesela bir savaş sözkonusu ise bir tarafa ‘’büyük plan açısından’’ zafer yazabilir ama bu esnada her insanı kendi gayreti ve samimiyeti ile yine imtihana tabi tutar . Yani bu darlıkta ve bollukta imtihanın devam etmesidir. (ALİ İMRAN-134)
İmtihan için yeryüzünde bir afet veya insanın başına gelen bir hastalık insan için yazılmış olabilir fakat bu insanın o imtihana karşı nasıl davranacağının da yazılmış olması anlamına gelmez. 
Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.(Hadid 22)
Allah her şeyi bilir. Henüz yaratmadıkları olaylar ‘’şey’’ değildir dolayısıyla bilginin konusu değildir. Kulların fiilleriyle ilgili olarak, Allah gelecekte yaratma ihtimali olan olayların bütün olasılıklarını bilir .Kur’an bizim için ahirette ebedi bir hayattan bahsetmektedir. Hür iradeli varlıkların hayatı ve istekleri orada da devam edecektir yani hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil. Cennette yine irade sahibi olarak bir hayat süreceğimiz bize bildirilmektedir. Bu hayat ebedi olacaktır. Bu süreç de henüz yaratılmamıştır. Allah’ın zamandan münezzeh olarak geleceği gördüğü için bildiğini iddia eden görüş burada çıkmaza girmektedir. Çünkü uhrevi hayat ebedidir bu sonsuzluğun yazılmış olması gibi bir paradoks oluşturmaktadır.
Allah hür iradeyi yaratmıştır, bunu Kur’an’da defalarca çok açık bir şekilde bize bildiriyor, bizi bu yüzden sorumlu tutacağını bir çok ayette hangi tavrı takınacağımızı bilmek istediğini buyuruyor. Yapılan yanlışları Allah’a izafe eden, Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık diyen düşünceyi de şiddetle reddediyor .Bu şekilde öncekilerin de bir delilleri olmadan bir zanna inanmaları neticesinde yanlış bir tahmine dayanarak yanıldıklarını bildiriyor. (Enam 148) Bu ayetin son kısmı تَخْرُصُونَ genelde ‘’yalan söylüyorsunuz’’ diye tercüme edliyor ama bu fiil ‘’bir şeyin ebatını tahmin yoluyla hesaplamak’’ anlamındaki fiildir. Yani ayet şunu diyor sizin bu suçu Allah’a atmakta kullandığınız o her şeyi belirlemiştir argümanı, bilgiye dayanmayan bir tahmindir ve yanlış bir tahmindir.
Evet bu basit bir konu değil. Çevremizde günaha giren, başarısız olan bir çok insanın,’’ bu Allah’ın takdiriymiş’’ dediğini duyarız. Öncekilerin yolunu sorgulamak istemeyenlerin en büyük argümanının ‘’Alimlerimiz evliyadandır, Allah, onların neden yanlış bir yolda gitmelerine izin versin de bizi saptırsın’’ dediğini de çok duyarız. Bu gelecek yazılmıştır konusunun kafalarda ve gönüllerde, satırlarda durduğu gibi durmadığını herkes aslında tecrübe etmiştir. Bu öyle veya böyle Enam 148 deki gibi bir mazerete ve kaderciliğe dönüştüğünü biliyoruz.
Allah hür iradeyi yaratmıştır. Buna gölge düşürecek inanışlar Allah’ın adaletinin sorgulanmasına sebep olmaktadır ve Kur’an, bu bakışın birçok dönemde insanların bir delile dayanmadan savundukları bir inanış olduğunu ortaya koymaktadır.

İslamın Yaşanması açısından Kur’an, Hadis ve Mezhepler


İslam tevhid geleneğinin son dinidir.
Resulullah'a (as) temel ilkeler, emir ve yasaklar vahiy yoluyla bildirilmiştir.
Resulullah(as) örnek ahlakıyla ve ashabının desteğiyle müslümanlığın en güzel örneğini ortaya koymuştur.
Resulullah (as) ‘ın vazifesi, İslamı örnek olacak bir şekilde yaşamakla beraber onu gelecek nesillere de aktarması miras bırakmasıydı.
Bu amaçla bizzat kendi emriyle ashabından okuryazar olanlar, vahyedilen Kitab’ı ezbere bildikleri halde Kur’an’ı Kerim’i zamanının imkanlarıyla yazıya geçirmiştir.
Kur’an ilk ayetlerinde buna dikkat çekmiştir.
Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak 3,4,5) Satır satır yazılmış Kitab'a (andolsun)  (Tur 2)
 Dinin kıyamete kadar uyulması gereken ilkelerinin gelecek nesillere aktarılması Resulullah'ın en büyük vazifesiydi. Resulullah da bu vazifeyi Kur’an ayetlerini hassasiyetle birçok katibe yazdırarak en iyi şekilde yerine getirmiştir.
Resulullah’ın ardından Hz Ebu Bekir döneminde ashabın ortak kararıyla Kur’an büyük bir hassasiyetle toplanmış bir araya getirilmiş. Hz Osman döneminde Kur’an bugün elimizde olan Mushaf şeklinde çoğaltılmıştır. Bu çalışma esnasında ashabdan bazılarının kendileri için yazdıkları Kur’an sayfaları toplanıp imha edilmiştir. Kur'an dışında yazılı kayıt bırakmama hassasiyeti öyle ileriydi ki bu sahifelerden bazıların kenarlarında Resulullah’tan duydukları ayet açıklamaları da yazılıydı.
Ashab, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde, çoğaltılmasında gösterdikleri hassasiyeti hadisler konusunda neden göstermedi? Bugün bazılarının iddia ettiği gibi hapsi ''vahiy mahsülü'' olan hadisler gelecek ümmet için neden aynı hassasiyetle toplanıp kayıt altına alınmadı? Ashabtan bazılarının kendileri için yazılı hale getirdiği bazı hadis sahifeleri vardı. Fakat mesela Hz Ebu Bekir bu şekilde toplanmış beşyüz hadisin bulunduğu hadis mecmuasını yaktırdığı rivayetler arasındadır. Resmi olarak Kur’an’ın toplanmasına gösterilen hassasiyet hadisler için gösterilmemiş bu konu ashabın ortak derdi olmamıştır.
Resulullah’ın yazdırmadığı, ashabın duyduğu, bildiği Resulullah’ın söz ve uygulamalarını yazıya geçirip toplamadığı hadisler sonraki dönemde çok önemli bir mesele haline gelmiştir. Reslullah’ın sünneti olmayan, ashabın uygulaması olmayan bir hassasiyet, müslümanlar için 2. Asırda en önemli islami gayret haline gelmiştir.
Ashabdan bazılarının yazdığı Kur’an sahifelerinin kenarlarındaki, Resulullah’tan duydukları açıklamaların kayıtlarını bile imha etme hassasiyeti nedir? Resulullah’ın dile getirdiği rivayet edilen peygamber kıssaları, rivayetlerde önemli yer tutan Recm gibi ceza uygulamaları, rivayetlerde fazlasıyla yer bulan Allah’ı bize tanıtan hatta sonradan kuts-i hadis şeklinde isimlendirilen ''Allah kelamlarını'' neden ashab bize aktarmakta hassasiyet göstermedi?
Hz Osman döneminde ashabın ulaştığı durumu anlamak istersek Şam , Mısır, Kudüs, Irak fethedilmiş para, güç konusunda zirveye çıkılmış, devlet tecrübesi açısından ileri bir devlet düzenine geçilmiş, divan tutulmaya başlanmış bir islam toplumundan bahsediyoruz ve bu devleti ömrünü Resulullah ile geçirmiş ashab idare ediyordu. Fakat onlar bütün bu imkanlarına rağmen hadisleri toplamıyor Resulullah’ın Kur’an dışında uyguladığı bazı hukuki kuralları da yazıya geçirmiyor.
Buradaki hikmeti, ümmet sonraki dönemde neden anlayamadı?
Ashabı, gerekli hassasiyeti göstermediler diye suçlamadan, hadisler bizim için çok önemlidir, islamın iki kaynağından biridir hatta onlar da vahiy mahsulüdür ve bizi aynı ayetler gibi bağlarlar demek mantıklı mıdır? Biz tabiki Ashabı bu konuda suçlayamıyoruz çünkü onlar Resulullah’tan öyle gördüler. Resulullah da hadisleri yazdırmamıştı.
Resulullah'ın kendisine verilen vazifeyi Allah’ın muradına uygun olarak yerine getiridiğine her müslüman bütün kalbiyle inanır. Ashab da aynı şekilde Resulullah’a en güzel şekilde yardımcı olmuştur. Ashab İsrailoğullarının düştüğü hatalara çoğunlukla düşmemiştir. Çok soru sormak, işi yokuşa sürmek gibi İsrailoğullarının zaaflarını göstermemişlerdir.
Resulullah'a ve ashabına bir minnet borcumuz da bu yüzden vardır. Resulullah’ın örnek ahlakı ve sabrı yanında ashabının desteği ve sabrı da islamın şu anki haliyle tamamlanmasında bir etken olduğunu bu konudaki ayetlerden anlamaktayız.
Biz İsrailoğullarının sabırsızlığı ve çok soru sormasından dolayı ağır vecibelere muhatab olduklarını Kur'an'dan biliyoruz. (Bakara 67-71)
“Biz, Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Ancak bu hayvanların sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram kılmadık. Zulümlerinden dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, elbette doğru söyleyenleriz”(Enam Suresi, /146).
Ey İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayan'dır, Halim'dir. Mâide / 101
Ne hikmetse ashabın düşmediği hataya sonraki dönemde ümmet düştü. Yeni kültürlerle tanışma, İsrailoğulları gibi gerek işi yokuşa sürmek için soru sormalar gerek ekollerin kendi aralarında takvalık yarışına girip yeni haramlar ihdas etme yoluna gitmeleri, müslümanları Ehl-I Kitabın düştüğü duruma düşürdü.
Ashab, Kur'an-ı Kerim'i yazılı olarak sonraki nesillere aktarmadaki rolünü en iyi bir şekilde yerine getirmiştir.
Resulullah'ın uygulamalarını ikiye ayırmışlar ibadetleri aynen ondan gördükleri gibi uygulamışlar diğer işlerde şartlar ve fayda aynı ise uygulamışlar diğer hallerde kendi ictihadlarıyla hareket etmişler.
Buna en büyük örnek halife seçimidir.
Resulullah(as) kendinden sonra halife tayin etmemiştir. Hz Ebu Bekir ictihad edip Hz Ömer'i halife tayin etmiştir. Hz Ömer kendi ictihadını yapmış 6 kişilik heyete bu işi bırakmıştır. Din ve dünya işleri açısından en önemli kurum olan halifelik seçiminde Resulullah'ın uygulamasının bağlayıcı olduğu düşünülmemiştir.
Sonraki dönemde islamın din ve dünya ile ilgili uygulamaları mezhep imamlarının oluşturduğu ders halkalarında kaydedilmeye başlanıyor. Resulullah'ın irtihalinden yaklaşık 90 yıl sonra başlayıp 230 yıllarına kadar olan dönemde mezheplerin derlediği islami uygulamalar kitaplara geçiriliyor.
Sonraki dönem; yeni tanışılan kültürler, artan sorular ve siyasi çatışmalarla birlikte yaygınlaşan uydurma rivayetler sahih hadislerin ayıklanması gerektiği paniğini ortaya çıkarıyor.
Hadislerin kayıt altına alınma dönemi;
Resulullah'ın irtihalinden 230 yıl sonra yani mezheplerin uygulama esasları kitaplara geçirilmesinden sonraki dönem. Müslümanlar Resulullah’ın ve ashabının tavrını göz önüne almayarak hadislerin toplanması gerektiği fikrine kapılıyor. Aslında uydurulan hadisler ile mücadele etmenin en doğru yolu, sünnete ve ashabın uygulamasına bağlı kalmaktı fakat müslümanlar da Ehl-i Kitabın düştüğü hataya düştü ve uydurmalardan kurtulmanın yolunu bir çeşit ‘’konsil’’ tertip etmekte buldu. Hristiyanlar bunu konsiller yoluyla yapmaya çalışmışken müslümanlar cerh tadil ilmi geliştirip rivayetleri, belli kriterlerle dinin esas kuralları arasına koyma yoluna gittiler. Halbuki bu onlardan istenen bir vazife değildi çünkü ellerinde Kur’an vardı. Kur’an’ın, basit bir ticari borç ilişkisinde iki şahit tutun demesine rağmen ahad rivayetler (İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz. Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir.) (eş-Şâfiî, er-Risâle, 160) üzerine din bina edilemeyeceğini müslümanların anlayamaması Allah’ın, Ümmeti Muhammed için yazdığı bir imtihan olmalıdır.
İslam,
Resulullah ve ashabı tarafından vahyin kontrolünde yaşanmıştır
Sonraki dönemde mezhepler aracılığıyla kitaplara geçirilmiştir.
İbadetler, günümüze kadar kitaplardan ziyade nesilden nesile uygulanarak nakledilmiştir. İbadetler konusunda mezhepler arasında çok önemli farklar da yoktur.
Bizim bugün ihtiyacımız olan Kur'an'ın ortaya koyduğu itikâdi ve ahlaki ilkelerdir bunlarla beraber Kur'an'da açıkça belirtilen ve uygulamaları Resulullah'tan nesilden nesile bize gelmiş (namaz, oruç, hac)ibadetlerdir ki bunlarda bir sorun yaşanmamaktadır.
Sorunlar nerede çıkıyor?
İkinci asırdan sonra ortaya çıkan rivayetler ve bunların getirdiği sorular ve sorunlar.
İbadetlerin yaşanması için mezheplerin kayıt altına aldığı bilgiler nesilden nesile aktarılarak bize ulaşmıştır. Mesela namazın kılınış şekli Resulullah'tan görüldüğü gibi nesilden nesile bize ulaşmıştır ve bunlar için hadis kitaplarına ihtiyaç yoktur
Biz bugün iyi bir müslüman olmak ve hurafelerden arınmak istersek. Namaz, oruç, hac, zekat için hadis kitaplarına ihtiyacımız yok bunlar fıkıh kitaplarında var. Yani buradaki uygulamalar için İmam-ı Azam veya talebeleri, Resulullah ve ashabının uygulamalarını Buhari'den veya Müslim'den bulmadı çünkü o kitaplar kendilerinden yüz yıl sonra yazıldı.
Onlar kendilerine ulaşan dini uygulamaları teyit ettirdikleri rivayetlere dayanarak kitaplarına geçirdiler. Burada esas olan kelime ''uygulamalar''dır. Bir şey dini bir uygulama ise bir çok kimse tarafından bilinmeli, özellikle Medine ehli tarafından uygulanıyor olmalıdır. Yoksa 200 yıl sonra bir iki kişiden birkaç rivayet yoluyla gelen bir habere dayanan şeyler islamın yaygın uygulamalarını temsil etmez. Ayrıca mezheplerin tespit ettikleri esaslar her şeyin sonu da değildir neticede insandırlar ve ulaşamadıkları rivayetler olabilmiştir ve dönemlerinde uygulanmakta olan bazı yerel gelenekleri külli esas olarak da görmüş olabilirler. Örneğin müzik dört mezhebe göre haram kabul edildiği halde sonradan bir çok alim Kur'an'da ve Sünnette müziği haram kılan bir delil olmadığını tespit etmiştir ve bugün yaygın uygulama bu yöndedir. İmam-ı Azam'ın vasiyeti şudur ''Sahih bir rivayet bulursanız bilin ki benim mezhebim'' odur.
Ümmetin yaşadığı sorun şurada başlıyor.
İddia şu; Resulullah'ın hadisleri hadis kitaplarında derlenmiştir bunların sayısı da 6 veya 9 veya diğerlerini de ihmal etmeyelim diyerek birçok hadis kitabı dini yaşamak için şarttır denmektedir. Halbuki bu kitapları hiç bir mezhep imamı görmemiştir. Çünkü tekrar ediyoruz onlar islam dininin uygulamalarını mekteplerinde kayıtlara geçirirken hadis kitaplarının yazılmasına daha 100 yıl vardı.
Söylenecek ki işte bu mezheplerin kullandığı hadisler bu kitaplarda derlenmiştir. Hayır bu kitaplarda faziletler, kıssalar ve ahlaki tavsiyelerle ilgili rivayetler ağırlıktadır. Üstelik ibadetlerle ilgili uygulamaları bize taşıyorlar diye bir sürü yanlış anlamayı, hafıza kazasını, abartmayı hatta uydurmayı dinin aslındandır diye kabul etmek durumunda kalıyoruz. Üstelik hadis kitaplarında ibadetlerle ilgili bazı hadisler hanefilerin veya diğer mezheplerin görüşüne ters uygulamaları barındırır. (kanın abdesti bozmaması gibi) Hadis kitaplarındaki hadislerden dolayı hanefiler veya diğer mezhep mensupları fıkhi görüşlerini değişmezler. Bununla beraber çok sonradan ortaya çıkan uygulamalar, inanışlar mezheplere nispet edilmeden dinin içerisinde sayılmıştır. Biz işte mezheplerimizden gelen kitaplarla dinimizi yaşayabilecekken bu hadis kitaplarını esas alarak mezhep imamlarımızın haberi olmadığı bir çok itikad konuları ve ibadet şekilleriyle muhatap oluyoruz. Mesela ne Ashab-ı Kiramdan ne de mezhep imamlarından bugünkü anlamda bir şeyh-mürit ilişkisi barındıran tarikat uygulaması rivayet edilmemektedir fakat bu uygulama ilginç şekilde bugün Ehl-i Sünnetin tam merkezinde kendisine yer bulmuş gibi gösterilebilmektedir. Üstelik bu tür uygulamalar temel hadis kitaplarında da yer bulmadığı halde olmaktadır bu durum.
Demek ki mesele sadece Hadislere uyuyoruz iddiası da değil, hadislerde olmadığı halde Ehl-i Sünnet sayılan uygulamalarla da karşı karşıyayız. Çünkü hadis hassasiyetini güdüleyen esas amir, geleneğe bağlı kalma zaafıdır ve bu insanlığın başını en çok ağrıtan zaaftır.
Sonuçta bugün Kur'an'a uymayan Resulullah'ın vazettiği temel ilkelere uymayan sözlerle ve ritüellerle karşılaşıyoruz fakat bu kitaplar toptan kutsandığı için bütün bu rivayetler de dine girmiş oluyor.
1400 yıllık islam kültürünü reddedelim demiyoruz o büyük bir tecrübe olarak önümüzdedir. Kur’an bile indiği toplumun bütün geleneklerini reddetmemiştir. Bize düşen her paygamberin yaptığı gibi şirke bulaşan inanışları reddetmek, yozlaşan dini uygulamaları yeniden tevhid geleneğine oturtmak olmalıdır. Kur’an’da açıkça sayılan ibadetlerimizi zaten nesilden nesile Resulullah'tan öğrendik, Kur'an-ı Kerim de sağlam bir şekilde elimizde, oradan gereği gibi Rabbimizi tanıyalım ve takdir edelim, geleneğin taşıdığı değil Kur’an’ın öngördüğü ahlak ve itikadi ilkeleri tespit edelim Allah'ın huzuruna şirksiz ve şeksiz çıkalım.
Kur'an'da karşılığını bulmayan her rivayetin, ya Allah’ı yanlış tanımamıza ya da Resulullah’a iftira atmamıza sebep olma ihtimali vardır.
Bu riski neden alalım ki?
Kur’an’da geçen ibadetlerin uygulamasını nesilden nesile Resulullah’tan bize aktarıldığı gibi zaten uyguluyoruz
Resulullah verdiği bir tavsiyeyi uygulamayız diye mi yoksa ona yalan bir isnatta bulunuruz diye mi beddua etmiştir. Onun ahlakını Kur'an'da bulabileceğimizi Hz Aişe söylemişti peki Resulullah'ın söylememiş olduğu bir sözü ona birileri bilerek veya bilmeyerek isnat etmişse ve biz o rivayeti devamlı kullanırsak Resulullah ile ciddi bir hesaplaşmanın muhatabı olmayacak mıyız?
Bu tehlikeli sınırı neden zorlayalım ki?
Allah kendisini, bize lazım olanı kadarıyla Kur'an'ta tanıtmıştır. Bunun dışında rivayetlerle gelen bir tanımlamayı Allah'a isnat etmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu anlamıyor muyuz? ( Ör: Mirac hadisinde Allah’ın insanın taşıyamayacağı 50 vakit namaz emretmesi rivayeti veya “Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) rivayetleri gibi) .
Kur’an’da geçmeyen bu tanımlamaları bir kişinin rivayetiyle (ahad rivayet)* nasıl kabul edip de Allah hakkında bir kanaate varalım bu riski almak akla ve takva hassasiyetine sığar mı?
Böyle yapanların örneği önümüzde duruyorken (ehl-i kitap) bütün amellerimizin boşa çıkmasına sebep olacak bu riski neden alalım?
*Ahad rivayet: (İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz. Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir.) (eş-Şâfiî, er-Risâle, 160)

Aydınlanma Çağında Müslümanların Payına Düşen Büyük Aydınlanma; Kur'an'ın, Geleneği Islah Gücü


Aydınlanma Çağında Müslümanların Payına Düşen Büyük Aydınlanma; Kur'an'ın, Geleneği Islah Gücü
Bugün geldiğimiz noktada, İslam’ı hem yaşamayı hem de bilmeyi ciddiye alan gençler arasında bir farklılaşma gözlenmektedir.
Her bilginin, her tarihi vesikanın, gerçeğin kendisi olmayacağı gerçeğinin, din konusunda da geçerli olduğunu farketmek gençler arasında hızla yaygınlaşmakatadır.
Din konusunda Allah’ın bizden murad ettiği şey nedir?
Bu sorunun cevabını korunmuş olduğuna inanmadığımız tarihi vesikalara bırakabilir miyiz? Ne kadar iyi niyetle olursa olsun, bu bilgiler, bir takım insanların diğer insanlardan duyduğu bilgiler değil midir?
Yanlış bir din anlayışı miras almışsak, hesap gününde bizim suçumuz yok biz o insanlara güvendik savunmasına karşı Kur’an’da insanı tanıtan ayetler önümüze konursa ne diyeceğiz?
İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.(İsra 11)
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? (Bakara 170)
“Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?(Bakara 30)
…Nihayet, hepsi orada bir araya gelince, sonrakiler öncekiler için şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi bunlar saptırdılar. Ateş azabını bunlara bir kat daha fazla ver." Allah buyurur: "Her biri için bir kat fazlası var, fakat siz bilmezsiniz."(Araf 38)
Son zamanlarda gündeme gelen Gelenekçilik ve ‘’Kur’ancılık’’ ayrışmasının temelinde İslam’ı doğru anlama ve yaşama endişesinin temel neden olduğunu görmeliyiz.
Özellikle gençler arasında hızla yaygınlaşan İslam’ı doğru kaynaklardan öğrenme gayreti, araştırmacıları mecburen Kur’an’a yönlendirmektedir.
Sahih İslam’ı öğrenmek gayretinde olanlar sadece Kur’an’ı dikkatle okumadılar, birçok hocadan çok daha fazla hadis rivayetine tanık oldular, hadis usulünü anlamaya çalıştılar ve bir şeyi daha farkettiler.
Yaşanmakta olan İslam ile sahih kabul edilen hadis kitaplarındaki İslam da örtüşmüyor. Sahih kabul edilen rivayetlerin yanında zayıf hatta uydurma olduğu bilinen rivayetler de bugün Ehl-I Sünnet dairesinde sayılan uygulamalara ve inanışlara kaynaklık ediyor.
Hadisleri Kur'an'a eş kaynak gören ve hadisin ayeti nesh edebileceğini savunanlar arasında şu konuda ittifak yoktur; Eldeki hadislerin hangilerinin sahih olup olmadığı, hangilerinin hükmünün devam ettiği ve genel olduğu.
Akaid konusunda rivayetlerin delil olmayacağı Usulu'd-Din'in ana kuralıdır fakat rivayetlerin oluşturduğu kabuller ana ilke zannedilmiş ve ayetler rivayetler doğrultusunda anlamlandırılmıştır.
Halbuki rivayetler üzerine din bina edilemeyeceği, selim akıl için o kadar açık bir konudur ki,
Çünkü bu bizim dahlimiz olmayan bir gayretten sorumlu tutulmamız demektir.
Allâh, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.(Bakara 286)
Kur’an, hadisler de korunmuştur demedi, Resulullah yazdırmadı, ashab kayıt tutmadı ve kayıtları sonraki nesillere aktarmadı. Peki biz kimlerin insafına, hafızasına ve imanına güvenip akaidimizi bu rivayetler üzerine bina edeceğiz.
Bu rivayetlerden Allah bizi sorumlu tutar mı? Bu bizim gücümüzü aşan bir şey değil mi? Bu hangi dini ve akli kabule uyar?
İşte bu gerçeği farkeden insanlar şunu demektedir. Ben zaten Kur’an’da geçen ibadetlerin uygulamalarını, nesilden nesile Resulullah’tan geldiği gibi biliyorum, daha niye bir sürü rivayeti kabul edip dinime şüphe karıştırayım. Eğer uymam gereken bir kaç emir ve yasak daha olsaydı Kur’an Hz Musa’yı 136 yerde andığı gibi bu birkaç bahsi de ayetlerle bize bildirmez miydi? Korunmuş Kitabın kıymetini bilmek varken onu gölgeleyecek metodları niye kabul edeyim, demektedir.
Bu aydınlanmanın temelinde şunların olması,
-gerçeğe ulaşma isteği
-aldatılmış olmama bilinci
-hikmet sevgisi
bu akımın okur-yazar kesimde hızla yayılmasına sebep olmaktadır.
Bu şekilde İslamı anlamak gayretinde olanlar, emek verdikleri, kafa yordukları için dinlerini daha çok içselleştirmektedir.
Geleneğe teslim olmanın getirdiği ataletten de kurtarmış olarak, dinini daha çok bilen, inancını daha çok anlatan ve yaymaya çalışan bir gençliği ortaya çıkarmaktadır.
Bu durum, yakın gelecekte belki 5-10 yıl içerisinde okur-yazar kesim arasında, bu anlayışa sahip dindarların, geleneğe körü kürüne bağlı olanların sayısını geçeceğine işaret etmektedir.
Denecek ki 14 asırdır bunu neden kimse anlamadı da şimdi aydınlanıyoruz. Dünya son yüz yıl içerisinde demokrasiyi geliştirdi, köleliği kaldırdı, uzaya çıktı, bilgisayarı geliştirdi, gen teknolojisinde, tıpta ilerledi, birbirinden bağımsız birçok ilerleme bu dönemde oldu.
Aydınlanmanın toplumu kuşatması için bilginin yaygınlaşması gerekir. Bir fikrin destekçileri toplumda yaygınlaşmazsa, birçok yerden destek görmezse statüko karşısında tutunamaz ve sesi kesilir.
Önceki dönemde dini kaynakların yaygın olması zamanın imkanları yüzünden mümkün değildi.
Kur'an, kitap olarak son yüzyıla kadar müslümanların elinde yaygın şekilde yoktu. Meal çalışması zaten yapılmamıştı.Tefsirler ise ancak çok dar bir kesimin ulaşabileceği kaynaklardı ve tefsirlere ulaşanlar zaten statükoyu kabul ettiği için kaynaklara ulaşabilecek müesseselerde okuyabiliyordu. Hristiyanların statükoyu korumak için tertip ettiği konsiller, İslam dünyasında başka şekilde çalıştırılmıştı ve tek seslilik konusunda ciddi başarı elde edilmişti.
Son yüzyılda Kitab'ın ve bilginin herkesin ulaşabileceği mesafede olması, iletişimin gelişmesi, İslam dünyasında Kur'an aydınlanmasını gerçekleştirmiştir ve artık bu aydınlama önünde dini statükonun direnmesi mümkün değildir.
Kur’an’a dönüş dünya için en büyük aydınlanma olacaktır. Resulullah’ın tek kişi olarak başladığı Sahih İslam, yüz yıla ulaşmadan onlarca ırkı ‘’bir millet’’ yapmışsa, bugün de, bu aydınlanmaya malik olan toplumu aynı şekilde milyarlara önder yapacaktır.

Biz kimlerin insafına, hafızasına ve imanına güvenip dinimizi bu rivayetler üzerine bina edeceğiz?

'Kur'an'da karşılığını bulmayan hadis rivayetleri yüzde bir bile olsa şüphe ifade eder, bunlar ancak kültürel birikim olur, şüphe üzerine din bina edilemez'' sözünü anlamak istemeyen rivayet düşkünlerine sorular.
Kur’an’da geçen ibadetlerin uygulamalarını, nesilden nesile Resulullah’tan geldiği gibi biliyoruz ve uyguluyoruz. 
Kur'an'da geçmeyen ibadet, emir ve yasakları gözümüzün önüne getirerek,
Tariflerini demiyoruz, isimleri. Çünkü ibadetlerin tariflerini hadis kitaplarından değil büyüklerimizden öğrendik ve bu öğrenme zinciri kesintisiz Resulullah'a kadar gider.
Kur’an’da geçen ibadetler, emir ve yasaklar dışında hangi bilgiler bizim için din açısından hayatidir ki, içinde şüphe olan birçok rivayeti de hayatımıza sokmak zorunda olalım?
Eğer kıyamete kadar uymamız gereken bir kaç emir ve yasak daha olsaydı Kur’an, Hz Musa’yı 136 yerde andığı gibi bu birkaç bahsi de ayetlerle bize bildirmez miydi?
Korunmuş Kitabın kıymetini bilmek varken onu gölgeleyecek metodları niye kabul edelim?
Kur’an’da hadislerin de korunduğu geçmiyor, Resulullah yazdırmadı, ashab kayıt tutmadı, kayıtları sonraki nesillere aktarmadı.
Peki biz kimlerin insafına, hafızasına ve imanına güvenip dinimizi bu rivayetler üzerine bina edeceğiz?

‘’Şefaat Allah’ın Tekelindedir’’ Sözüne İtiraz Edilebilir mi?



Şefaat konusu; Allah şefaat etmeye değil şefaate (lütufa) nail olmaya izin verecek.
Kur’an’ın nazil olduğu dönemin arap toplumu çoğunluk olarak Allah’a inanıyordu. Fakat bunun yanında taptıkları putların temsil ettiği, kendilerine göre değerli insanlar ve melekler Allah’ın katında kendilerine şefaat edeceğine inanıyorlardı. Yine bu toplumda hatırlı olmak, hatırı için kapıların açıldığı insan olmak çok önemsenen bir durumdu. Yahudilerin kendilerini Allah katında özel hatır sahibi kullar saymaları, Hristiyanların kendilerine Hz İsa’nın şefaatçi olacağına inançları, şefaat konusunun Kur’an’da birçok defa yer bulmasına sebep olmuştur. Kur’an, bu şefaat konusunu bütünüyle Allah’a has kılan ayetlerle, Allah dışında şefaatçi arayışlarına karşı çıkmıştır.
Şefaat ne demektir?
Çifte ve teke (Fecr 3) وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
Kim güzel bir (işe) destek olursa,( يَشْفَعْ شَفَاعَةً) onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa, onun da o işten bir payı olur. Allâh her şeyi gözetip karşılığını verendir. (Nisa 85)
O’ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar, onlar sadece, O’nun emri ile hareket ederler.
Allah, onların( meleklerin) önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (وَلَا يَشْفَعُونَ) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya 27-28)
Fecr 3’te çift olan yani bir şeyin tek olmayıp katlanması anlamında . Nisa 85’te bir işe destek olmak anlamında kullanılıyor. Bir işe verilen katkıyla işin kemale ulaşmasını sağlamak.
Enbiya 28’de meleklerin insanlara destek vermesi. Bir kısım insanların bu dünya hayatında meleklerden yardım aldığını iddia etmesine karşılık melekler ancak Allah’ın izniyle, onun razı olduklarına yardım edebileceklerini bildiriyor.
Bunlar dünyadaki şefaat eylemleri.
Peki hesap günü için Kur’an ne buyuruyor.
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir. (Bakara 254)
Bu ayetler hesap gününde hiç kimseden şefaat kabul edilmeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Peki Kur’an’da çelişki olmayacağına göre ‘’şefaat için izin verilenler’’ şeklinde ayetlerde yer bulan ifadeleri nasıl anlayacağız.
Şefaat diye bir gerçek var bu hesap gününde de cari olan bir durum.
Şefaatin işleyişi şöyle olmalı;
İnsanın kazandıklarının aynıyla değil katlanarak hesaba katılması. İnsan kazandıklarıyla kurtuluşa eremeyecekse bir lütfa muhtaçtır. İşte bu lütuf Allah tarafından razı olduğu kişilere verilecek.
Şefaatin, bir şeyin karşılığını fazlasıyla vermek anlamındaki kullanımının Türkçe tam karşılığı ‘’lütuf’’ kelimesi olabilir.
‘’Allah’ın lütfuyla muamele etmesi’’
Şefaati bu anlamda, hesap günü açısından Allah’tan başkası için kullanabilir miyiz?
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Kur’an hesap gününü böyle anlatıyor. Böyle bir günde lütfetmek kimin tekelinde olabilir?
De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Zümer 44
---
Şefaate izin verilenler diye tercüme edilen ayetlere örnek,
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.(Taha 109)
Bu tercümede şefaat yerine lütfu koysak
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının lütfu fayda vermez.
Bu anlam Kur’an’ın hesap günü tanımına uyuyor mu? Din gününün sahibi dışında lütfetmek kimin hakkı olabilir?
Bu ayetlerde geçen, şefaata malik olmak bölümü bu durumda şöyle anlaşılır. ‘’Allah’ın lütfuyla muamele görme hakkına sahip olmak ‘’ Bu hak da ancak Allah’ın sözünden razı olduğu kişilerindir.
Bu lütfa sahip olanlar ancak Allah’ın razı olduklarıdır.
Bu durumda bu ayetler şöyle anlaşılır
Rahmân’ın katında bir ahit edinen kimseden başkaları, şefaate malik/sahip olamazlar. Meryem 87
لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدً
O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna... Taha 109
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
Onun huzurunda şefaat fâide vermez, kendisi lehine izin vermiş olduğu kimse müstesna. Nihâyet kalplerinden korku giderilince derler ki: «Rabbiniz ne buyurdu?». «Hakkı buyurdu,» derler. Ve O, çok yüce, çok büyüktür. Sebe 23
Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu (varlık)lar şefaata malik olamazlar ancak bundan hakikate şahitlik yapmış ve (Allah'ın tek ve benzersiz olduğunu) bilenler müstesna. Zuhruf 86
Bu ayette şefaat kelimesi geçmiyor ama konu aynı konu,
‘’O yalvardıkları kişiler de Allah’ın lütfuna muhtaçtır’’
O yakarıp durduklarının kendileri, en çok yakınlık kazanmışları da dahil, Rablerine varmaya vesîle ararlar; O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkulasıdır.(İsra 57)
Bazı ayetlerde geçen ‘’Allah izin vermeden kim şefaat edecek’’ cümlesini, demek ki izin verdikleri var şeklinde anlamak, çok zorlama olduğu açıktır.
Bu söz bir meydan okumadır. Şefaatin tamamı Allah’a aittir ayetiyle bir arada değerlendirildiğinde konu anlaşılır. (Zümer44)
Onun katında o izin vermeden kim şefaat edebilir (Bakara 255)
---
Şefaate izin verilmesi ve şefaatin fiil olarak geçtiği yer Enbiya 28'dir. Necm 26 da şefaatin Allah'tan başkasına nisbet edildiği tek yerdir.
Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (desteklemezler) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. Enbiya 28
Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar. (Necm 26)
‘’Bu ayetlerde meleklerden bahsediliyor.
Buradaki şefaat, destekleme, yardım etme anlamında,
Meleklerin şefaat etmesi, dünyada insanlara yaptıkları destekle ilgili Nisa 85 teki kullanım gibi.
Bir kısım insanlar meleklerin yardımını almak için onlara yalvarırdı. Bu ayette meleklerin, Allah’ın izni dışında hareket edemeyeceklerini beyan ediyor.
Rabbiniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Emri tebdir (buyruğunu) icra eder (yaratıklarını yönetir). O'nun izni olmadan hiç kimse şefa'at edemez. İşte Rabbiniz Allah budur. O'na kulluk edin, düşünmüyor musunuz? (Yunus 3)
Bu ayette de Allah, yerlerde ve göklerde buyruğunu icra ederken hiçbir güç sahibinin (yukarıda geçtiği gibi bunlar melekler olmaktadır) diğerlerine onun izni olmadan şefaat/destek yapamayacağını bildiriyor.
Sebe 40-42 de bu konu anlatılıyor ve sonunda artık hesap günü birbirinize ne faydanız ne de zararınız olabilir deniyor.
-----.
Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez Müddessir 48
‘’ O günün toplumunda şefaatçilik inancı çok yaygın, gerek dünya işleri gerek Allah katında şefaatçiler iddiası için yine meydan okuma var. Şefaatçilerinizin yani desteğini aldığınız güç sahiplerinin bu dünyada size faydası olabilir ama onların hesap günü hükmü yoktur.’’
Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar. Enam 51
Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi (شَفِيعٍ ) yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? Secde 4
Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 43)
Bu ayetler, Allah dışında, hesap gününde lütuf dağıtan bir mercinin olmadığını çok açık ortaya koyuyor. Bu yüzden ayetleri tercüme ederken bu mana esas alınmak zorundadır aksi halde Kur’an’da çelişki var demek olur.
Eğer şefaat konusunda kültürden gelen yanlış anlama olmasa ayetleri anlamak zor olmayacaktı.
Şefaat konusundaki hadis rivayetleri de daha çok zayıf hadis şeklindedir. Buhari ve Müslim’de de geçen Hz. Enes ve Ebu Hureyre hadislerinin içerik açısından sıkıntılı rivayetler oldukları açıktır.
Bu şefaat konusu ashab tarafından bugün anlaşıldığı gibi anlaşılmış olsaydı birçok ashabın ağzından bu şekilde dua ve şefaat talebi rivayetleri olmalı değil miydi?

Gelenekçilerin Uymadığı Hadisler ve Sünneti Yeniden Tetkik Meselesi


Müzik, rivayet edilen bir çok hadis ve dört mezhep imamına göre haramdır. Çalgı aletlerinin haramlığına dair çokça hadis rivayeti vardır. Diğer taraftan, devlet başkanlığı, emirlik Kureyşlilere aittir bu insanlardan iki kişi kalıncaya kadar böyledir diye hadis rivayetleri Buhari Ve Müslim’de yer bulmuştur.
Fakat daha sonra müzik tasavvufçular tarafından kullanılmaya başlanınca İmam-I Gazali ve bazı alimler müzikle ilgili başka hadis rivayetlerini ve Kur’an’da haramlığına açık bir delil olmamasını gündeme getirerek müziğin helal olduğunu savundular ve günümüzde bu fetva geçerlidir.
Hilafetin Kureyşe ait olduğunda neredeyse alimler arasında icma varken, Osmanlı hilafeti İstanbul’a taşıyınca bu sefer Hilafet Kureyşindir hadisleri tevil edilerek tavsiye oldukları bağlayıcı olmadıkları savunulmaya başlanmıştır.
Yani bazı konular yaşanamaz hale gelince yeniden hadisler sorgulanmış ya başka rivayetler öne çıkarılmış ya da Kur’an’da açık hüküm yoksa mubahlığa hükmedilmiştir.
Dönemsel ve yerel uygulamaların Kur’an ve sahih sünnette yer bulmadığı halde fıkha girmeleri, bazılarının fiili olarak henüz hayatımızı etkilemiyor diye öylece fıkıhta durmaları İlahiyat alanında çalışma yapanlar için ciddi bir sorun olarak görülmektedir. Ki birçok rivayet müzik ve hilafet konusunda olduğu gibi İslam'ı gelişen hayata cevap veremez duruma düşürmektedir.
.
Dinlerin içerisine, hurafe içeren yerel anlayış ve uygulamaların girmesi konusu dünya tarihinde ilim ehliyle vaizler arasında süregelen bir çatışmadır ve çok doğaldır. Vaizler daha çok halkın duymak istedikleriyle, bilginler ise kaynaklardaki gerçek bilgilerle ilgilenir ve bu ayrım ve çatışma devamlı büyür. Halk doğal olarak daha çok vaizlerin tarafını tutar. Siyasi irade de halkı karşısına almak istemez böylece din delillerden çok alışkanlıklara bağlı kalır.
Sünneti yeniden tetkik, olsa olsa eski cesur alimlerin sünnetidir. Ortada türedi bir durum yoktur. Dünyada körü kürüne geleneğe bağlı kalmak aklı selim hiç bir toplumda savunulmamıştır. İnsanın olduğu yerde yozlaşma vardır ve yine o yozlaşmayı insanlar rehabilite edecektir. Yozlaşmayı halk düzeltemez, halkı kaybetmeyi göze alamayan vaizler de düzeltemez, bu iş ancak akademinin işidir. Bu konu adam kayırılacak, bizim adamlarımız bu alanı deruhte etsin denecek bir konu da değildir.
Ak Parti ilk üç hükümetinde görev verdiği bakanlardan İlahiyatçı Prof Mehmet Aydın ve Prof Mustafa Yazıcıoğlu, bu konuda en çok hassasiyeti olan ilahiyatçılardandı. Ak Parti şunları sorgulamalı; Neden bu tür ilahiyatçılarla yola çıkmıştı? Kaybettiğini düşündüğü ve yeniden yakalamaya çalıştığı dinamik ruh bununla da ilgili olabilir mi?
Gençlere girişimcilik tavsiyesi yapılıyor ama o anda gençler slogana asılıyor konunun ciddiyetini bile anlamıyor. Neden çünkü şu anda örnek olarak önüne konan ilahiyatçı Nihat Hatipoğlu, sesini yükseltip alçaltarak hikaye anlatmak dışında ürettiği bir felsefe ve yeni bir bakış açısı geliştirme yok. Yani girişimcilik değil hikayecilik. Ve diğer tarafta her işe duası olan vaizler onere ediliyor, yine genç için girişmiciliğe örnek bir durum yok her şeye duası olan bir hocadan nasıl bir girişimcilik ortaya çıkabilir.
Kur’an’da tek affedilmeyecek günahın şirk olduğunu, din adamlarının haram kıldıklarını haram kabul etmenin onlara tapmak olduğunu söyleyen Kur’an’ı okuyan bir müslümanın, bugün halkın imanına neleri bulaştırdığını, din olarak Resulullah’ın hayatında olmayan şeylerin nasıl islamın tam göbeğine oturtulduğunu görünce dayanması mümkün değildir.
Sahih İslam’a dönüş mücadelesi bilinçli her müslümanın sürdürmek zorunda olduğu bir görevdir. İçinde riya olmayan bir mücadeledir bu. Çünkü bugün tarıkatçı olanın, gelenekçi olanın başı ağrımadığı halde insanları Kur’an’a çağıranlar dışlanmakta ve tehdit edilmektedir. Bu yönüyle de mücadeleleri Resulullah’ın mücadelesine daha çok benzemektedir

Bir müslüman, gelenekçilerin tabiriyle neden ''Kur'ancı'' olur. Bununla ilgili örnekler serisi sunacağım Örnek 1:


Aşağıdaki hadis rivayetlerine karşılık Kur'an'da şu ayetleri görünce rivayetleri değil Kur'an'ı esas almak gerektiğini düşünür. Resulullah'ın Kur'an'a aykırı söz söylemeyeceğine iman etmesinin gereğini yapar.
Diğer ayetleri, rivayetlere göre değil bu ayetlerin paralelinde anlamanın gerektiğini bilir, çünkü Kur'an'da çelişki olmadığına iman etmiştir
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’ın bildirdiğine göre Peygamberimize: “Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer bir makama) yükselteceği ümit edilir.” (İsra 79) ayetinde zikredilen makam-ı mahmuddan sual edildi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bu şefaattir” diye cevap verdi. (Tirmizi, Tefsir 17 (nr.3136); Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr 300)
“Ey falan! Bize şefaat et, ey falan bize şefaat et diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte makam-ı Mahmud budur.” (Buhari, Tefsir 11; zekat 52)

Bir müslüman, gelenekçilerin tabiriyle neden ''Kur'ancı'' olur. Bununla ilgili örnekler serisi sunacağım Örnek 2:


Rivayetlerde, kıyamet kopmadan önce bir çok alametten bahsedilir. Hz İsa'nın nüzulü, Mehdi, Bazı tabii olaylar vb.
Bu durumda rivayetlere göre bugün kıyamet kopmayacaktır, çünkü bu alametler henüz gerçekleşmedi.
Kur'an, nazil olduğu dönemdeki insanları ansızın kopacak kıyametle uyarırken bugünün insanını bu şekilde uyaramamaktadır çünkü rivayetlere göre beklenen büyük alametler henüz ortaya çıkmadı.
Kur'an'ın, kıyametin en korkutucu özelliği olan, ansızın kopacağı ve böyle beklenmesi gerektiği ikazını rivayetler boşa çıkarmaktadır
Kur'an kıyametin ansızın kopacağını ve alametlerinin geldiğini açıkça bildirmektedir.

Hahamları ve Rahipleri Rab Edinmek

Hahamları ve Rahipleri Rab Edinmek
(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.( Tevbe 31)
Elmalılı Tefsirinde ilgili bölüm:
-----------------
‘’Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki: "Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi'ni okuyordu, bana "ya Adiy şu boynundaki veseni at" buyurdu. Ben de çıkardım attım. "Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler." anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de "evet" dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu. Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âli-ye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı." dedi. Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir’’
-----------------
Kur’an, Allah’ın haram kılmadığı bir şeyi (gerek yeterli araştırma yapmadığından gerek dinin vazettiği usule uygun davranmadığından dolayı) haram sayan bir kanaat önderine sorgusuz sualsiz tabi olmayı çok ciddi şekilde Allah’a şirk koşmak olarak tanımlamaktadır.
Denebilir ki yanlış ictihad da İslam'da bir sevap almaya vesiledir. Bu söylenen başka bir durumdur. Bu durum Kur’an’da açık şekilde ortaya konmamış bir konuda hüküm ortaya çıkartmak gerektiğinde yapılan ictihadlar için geçerlidir.
Kur’an’da açıkça haram veya helâl kılınmamış bir konuda önceki alimlerin, belki kendi zamanlarının verdiği yanlış algıyla Kur’an’ın aksine hüküm verdikleri konuları sorgulamadan tabi olmak bu ictihad kapsamına girmemektedir.
Burada bahsettiğimiz konu namaz , oruç gibi ibadetlerin uygulamasındaki farklılıklar değil. Bu ibadetlerin uygulamaları Kur'an'da genel olarak tarif edilmiştir ve nesilden nesile Resulullah'tan bize gelmiştir. Mesela namazı herkes kılanlardan öğrenir bu durum Resulullah'a kadar gider.Asıl konu Allah'ın doğru tanınması Kur'an'da adı geçmeyen yeni ibadet şekillerinin ortaya çıkmasına sebep olan görüşlerin dinin içerisine dahil edilmesidir. Kur'an'da geçmediği halde bir ibadet şekli ictihad adı altında dine sokulmuşsa bu bahsettiğimiz kapsama girer. Veya Allah'ın doğru tanınması konusu. Şefaat gibi bir konuda rivayetleri esas almak önceki alimlerin görüşünü esas almak bir ictihad değil bir tercihtir.
Bu alimler belki kendi zamanlarının imkanları elvermediği için uydurma bir rivayeti tetkik edemediler ve yanlış bir hüküm vermiş olabilirler. Bugün çok daha kolaylıkla bütün rivayetlere ulaşılabilmektedir
İlmin namusuna aykırı şekilde, inatla zan ifade eden rivayetler arasından Kur’an’a ters hükümler vazetmeye çalışmak ictihad hatası kapsamında sayılmayacaktır. Bu durumda günümüzde bir insanın, selim aklını kullanmayarak elindeki tahrif edilmekten korunmuş, içine yalanın, şüphenin karışmadığı Kur’an’ı yalın bir şekilde esas alıp, Allah’ın emir ve yasaklarını kabul etmek yerine şüphe içeren rivayetleri esas almış önceki kitaplarda yer bulmuş hükümleri kendine rehber edinmiş bir ‘’hocanın’’ haram ve helal kabullerine tabi olması yukarıdaki ayette kınanan yahudi ve hristiyanların düştüğü hataya düşmüş olması değil midir?
Tevbe 31'de Allah Teala açıkça din adamlarının Allah’ın hükümlerinin aksine haram helal kabullerine uyanları kendisine ortak koşmak olarak değerlendirmektedir. Nahl 116’da ‘’ Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür’’ buyurmaktadır. Bu çok büyük bir ihtardır bir insanın günah işlemesinden çok daha büyük bir şeyden bahsediliyor. İşte Sahih İslam arayışının sebebi budur ve her akli selim müslümanın öncelikle çözüme kavuşturması gereken görevi budur.
Murat Akgül
(Münekkit)

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...