25 Kasım 2016 Cuma

FETÖ'yü Kim Büyüttü Nasıl Bitirildi?


Belki çoğumuz farkındadır ama o günleri yaşamayan gençler ve konunun taraflarını tanımayanlar için geçtiğimiz dönemde Ak Parti-Fetö-TSK sürecini ben de kendi penceremden anlatmaya çalışayım.
1980 darbesinde olduğu gibi 28 Şubat darbesinde de FETÖ yapılanmasına devlet tarafından bir baskı uygulanmadı.Çevik Bir islami bütün kurumlara hiza verirken FETÖ'ye de bir şeyler söyleyecek oldu hemen Demirel ve Ecevit tarafından uyarıldı ve bir daha onlar için bir şey söylemedi.
Devam eden günlerde bir çok cemaate bağlı kolejler, yurtlar, dershaneler tasfiye edildi. FETÖ bu süreçten güçlenerek ve rakipsiz kalarak çıktı.
Gülen hareketinin 60'lı yıllardan beri devlet tarafından desteklendiği herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Devlet o yıllarda laikliği, devletin dinlere karşı eşit mesafede olması şeklinde değil, İslam dininin siyasi anlamda bir yapılanmayla halk arasında yer bulmasına karşı sert bir duruş olarak kullanmaktaydı. Gülen hareketi de siyasal islama karşı desteklenmesi gereken ılımlı İslam olarak görülmekteydi. Bu yüzden ''laikçi'' askeriyenin ve ''laikçi'' yargının çok güçlü olduğu yıllarda çok hızlı gelişme gösterebilmiş ve en sıkı dönemlerde bile yurtlarına öğrenci evlerine dokunulmamıştır.
Aydınlık gazetesi 1999'da ''Devlete sunulan rapor Fethullah emniyeti ele geçirdi'' manşetiyle çıkmıştı.
Askeriyede çok sıkı tutulan taviz verilmeyen bir uygulama vardı. Dini hassasiyeti olan subaylar disiplinsizlikten suçlanarak (irtica suçlaması) YAŞ kararlarıyla orduyla ilişiği kesilirdi. Cemaat imamlarından bazıları sonradan yaptıkları itiraflarda o atılmalarda yok denecek kadar az cemaat üyesi ordudan atılmıştır demiştir. (Said Alpsoy)
2000 yılına gelindiğinde GATA, Personel dairesi ve İstihbarat Dairesi önemli oranda ellerine geçmişti. O yıllar itibariyle artık istediklerinin sicilini bozabiliyorlar, istediklerine sağlıksız raporu verebiliyorlar, istediklerine kötü istihbarat raporu veriyorlardı. Kurdukları sistem o hale gelmişti ki kendi adamlarının terfisi mekaniğe bağlanmış bir şekilde cereyan ediyordu. Askeriye, 2011 yılına kadar siyasetin dokunamadığı bir alandı askeri terfilerde siyasi iradenin en ufak bir tesiri olamıyordu.
Derin devlete bakacak olursak Susurluk sürecinden başlayan bir tasfiye sürecine girmiş, beyin takımı olmayan sadece saha görevlileri olarak bu yapıda yer bulabilen milliyetçiler, oyun dışı bırakılmıştı.
Fakat bir şey olmuştu 1999 yılı itibariyle Türkiye'de ulusalcılık akımı hızla yayılmaya başlamıştı bunun sembol olayı Ahmet Kaya'nın magazin gazetecileri derneği gecesinde lince uğraması olayıdır. Gerek askeriyede gerek derin devletteki Kemalistler ilginç bir şekilde tarihlerinde ilk defa ABD düşmanı olmaya başladılar. Bunun en önemli örneği MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç Paşa 2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada avrasyacılıktan bahsetmiş Rusya ve İran'la işbirliğini tavsiye etmişti. Bu anlayış neredeyse bütün Kemalistleri etkisi altına almıştı, yüksek yargıdaki hakimlerden subaylara kadar, medyadaki birçok köşe yazarından CHP'li siyasetçilere kadar bu anlayış yayılmıştı. 2003 yılında 1 Mart tezkeresine karşı çıkışta bu hava çok etkili olmuştu.
İşte bu günlerde büyük müttefikimiz(!) ABD Türkiye'de 50 yıldır irtibatta olduğu ortaklarını kaybetme durumuna gelmişti. Bunların yerine kimle işbirliği yapacağını çok düşünmedi çünkü 1990 yılından beri Orta Asya'da birlikte çalıştıkları Fethullah Gülen yapılanması yeterince kadrolaşmıştı.
Gülencilerin siyasetle ilgisi 1967'den beri aynı taktikle yürümüştü iktidara kim yakınsa o desteklenmişti. Sadece sağ partiler değil 1999'da Ecevit'e oy vermeleri için öğrenci evlerinde kalan gençlere seçim gecesi yemin ettirmişlerdi.
2002 seçimlerinde Gülenciler yeni bir şey yapmadılar iktidarın tek alternatifi olan Ak parti'ye destek verdiler.
Ak Parti iktidarında durum neydi? Ak Parti dayandığı taban itibarıyla devlette yer bulamamış bir çoğunluğa dayanıyordu. Bırakın askeriyeyi ve yüksek yargıyı, emniyette bile çok sınırlı sayıda Ak Parti tabanından rütbeli vardı.
Peki bu yüksek makamlar hangi görüşün sahiplerinin elindeydi. Mesela yüksek yargıda kaç tane MHP'li vardı kaç tane Refah Partili vardı? Sıfır. Kim vardı peki? Tamamı CHP'li veya onun da üstünde mason ve belli loca bağlantılı veya ta Osmanlı'dan gelen belli ailelere mensup insanlarla doluydu bu makamlar.
Bu insanlar 50 yıldır ABD'nin Türkiye'deki menfaatlerine asla ters düşmemiş insanlardı.
Aynı insanlar askeriyeyi, dış işleri bürokrasisini, aynı insanlar medyanın köşelerini ve yönetimini elinde tutuyordu. Halk kendine sadece alt tabaka memurlukta ve sınırları çok dar çizilmiş siyaset kurumunda yer bulabiliyordu. 2002 yılı seçimlerine gelindiğinde halk bu duruma isyan etmeye başlamıştı. 2001 yılındaki ekonomik krizde bir çok şey insanların gözlerine sokularak yapılmış uyanışı hızlandırmıştı. Ardından medyanın abartılı bir şekilde siyaseti dizayn etme girişimi Rodos toplantısında ifşa olmuş, Devlet Bahçeli meşhur çıkışlarından birini yaparak bu şebekeyi suçüstü yaparak ülkeyi seçime götürmüştü.
2003 yılına gelindiğinde ordu içerisinde bir grup, alışkanlıkları gereği siyasete hiza verme girişimini görüşmeye başlamışlardı ki o günlerde düşman belledikleri ABD tarafından firenlendiler.
Aynı kişiler derin devlette de ABD için sakıncalı ortaklar olarak görülmeye başlandı. Bu kişiler tasfiye edilecek yerine ABD'ye bağlı yeni ortağın adamları yerleştirilecekti.
Ak Parti iktidarı açısından durum bıçak sırtıydı. Her an kapatılma davası açılabilirdi, bir ordu darbesine muhatap olabilirdi. Bütün bunlara karşı tek silahı ekonomiyi hızlandırmak, uluslararası sermayeye açık olmak ve ABD ve AB'yi dışlamaya başlayan laiklere göre daha makul olduğunu dünyaya göstermeye çalışmaktı.
2005 yılına gelindiğinde gündemi işgal eden haberler şunlardı. Kilise evler, Erdoğan'ın Amerikancılığı , Ermeniler aleyhine yazılar.(bu yüzden Orhan Pamuk, Nobel'i aldığı halde laik ulusalcı kesim mutlu olmamıştı) O günlerde Deniz Baykal Kürtlere karşı o kadar tahammülsüzdü ki meydanlarda esip gürlüyordu. Hitler'in Kavgam kitabı satış rekorları kırıyordu. Cumhurbaşkanı Sezer o derece marjinal bir ulusalcıydı ki gecesine katıldığı tek tv kanalı ulusalcıların cevval gazetecisi Tuncay Özkan'ın kanalı Kanaltürk olmuştu. Kanaltürk'te her akşam, emekli askerler tarafından hükümete parmak sallanarak tehditler savruluyor, laikçi gazeteci, yargı üyesi ve emekli askerler katıldıkları Cumhuriyet mitinglerinde ''ordu göreve'' pankartı taşıyordu.
Ulusalcılık almış yürümüştü.
Askeriye ve yargı bu havayı kullanarak Ak Parti hükümetinin alanını devamlı daraltmaya çalışıyordu.
Eğer ordu mensupları o günlerde ulusalcı olmayıp 28 Şubat günlerindeki batıcı günlerine dönseler darbe an meselesiydi.
Demokratik alanı daraltılan Ak Parti ABD'nin Gülen eliyle yapmak istediği şeyin farkındaydı.
Türkiye derin devleti el değiştirilecekti, gücü elinde tutan (kendileri dışındakilere baskı kurabilmek için alabildiğine kullandıkları Atatürkçülük maskeli) laiklerden ABD'nin yeni ortağı Gülencilere geçecekti.
Ak Parti'nin askeriyede, yargıda adamı olmadığı gibi derin devlette de adamı yoktu.
Burada ince bir strateji uygulanacaktı, ulusalcı cunta her zaman tehditti ki 2008'de partiye kapatma davası açılmıştı. Bu süreci atlatabilmesi için tek yol ABD'nin Gülencilerle yapmak istediği tasfiyeyi belli dengede yürütmek ve güç yeterince eline geçtiğinde Gülencileri de tasfiye etmek. Başlatılan Ergenekon davalarında aslında sadece Kanaltürk'te yapılan konuşmalar ve Cumhuriyet mitingleri darbeciliğe delil olarak yeterdi. Ergenekon ve Balyoz davalarında içeri atılan bir çok insan demokratik teamüllere göre suçluydu fakat Gülenciler işi abartıp fazla sayıda kişiyi içeri atıyordu ve bu Ak Partilileri rahatsız ediyordu ama delil toplayan ve davayı yürüten savcılara karşı öne sürecek argümanları yoktu. Fakat işin aslı Türkiye'de cumhuriyet tarihi boyunca halkı yönetimden uzak tutanların en büyük silahı TSK'ydı . Halkın yanında durması gerekirken bu güç odaklarına alet olan TSK sırf bu yüzden baştan aşağı suçlu sayılırdı.
İşte bu süreçte Gülenciler kadrolaşma işini daha da abarttılar Ak Parti ana kadrosundan olan bir çok bürokrat bile bu dönemde kenara itildi. Para kaynağı görülen mevkiler Gülenciler eliyle işgal edilmekle kalmadı bürokratlar şantaj ve tehditle yolsuzluk yapmaya zorlandı. Bu belli bir zamana kadar devam etmesi gereken bir dönemdi çünkü gerek ordu mensupları gerek yargı mensupları olan biteni anlamaktan uzaktı.
Taki Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in görev süresinin dolmasına iki yıl daha varken gördüğü lüzum( Bu istifa dönüm noktalarından biridir. Fetöcüler Koşaner gibi ''laikçi'' askerleri çok daha kolay manipüle edip kullanabiliyordu) üzerine istifa etmesiyle Necdet Özel 2011 yılında genelkurmay başkanı oldu ve Ak Parti hükümeti, Gülencilere karşı hamle yapmaya başladı 6 ay geçmeden Gülenciler Mit müsteşarına operasyon düzenleyerek ilk hamlesini yaptı. Örtülü yürüyen çatışma, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2013'te dershanelerin kapanması gerektiğini söylemesiyle iyice ısındı, 17-25 Aralık operasyonu ile devam etti ve darbe girişimiyle son buldu.
Ak Parti, Gülencileri destekledi, ortaktılar mevzusu budur. Gülen hiç bir zaman Milli Selamet Partisi'ne de Refah Partisi'ne de oy verdirmedi. Bu yüzden Erdoğan'ın seveceği gönülden destekleyeceği bir yapı değildiler. Gülen hareketi Erdoğan'ın mensubu olduğu siyasi akıma karşı baştan beri devletçe desteklendiği, Ak Partililerin bildiği bir şeydi ve 2000'li yıllarda batı karşıtı olmuş kemalistlerin tasfiyesinden sonra Ak Parti'nin tasfiye edileceği Ak Parti âkillerince çok iyi bilinmekteydi. Sadece konjonktürün zorunlu kıldığı bir beraberlik vardı. Bu zorunlu ve riskli süreci bugün başa alsak belki yine aynı şekilde işletilmesi gerekecektir.
Osmanlının son döneminden beri tabanda karşılıkları olmadığı halde belli güçlerle işbirliği yapabildikleri için güç sahibi olan aynı zamanda dine uzak duran, batıya karşı kompleks derecesinde hayran insanların ele geçirmiş olduğu devlet kadrolarını halka açabilmenin ve devleti yeniden sahibine, halka iade etmenin başka yolu yoktu.
Türkiye'nin bu değişimi dünya tarihinde gerçekleşen en yumuşak devrimlerdendir. Bunda Türkiye ve dünyada birbirini takip eden, bizim önümüzü açan gelişmelerin etkisi büyüktür. Türkiye'de son zamanlarda yaygınlaşan, dinin sahih şekilde kaynağından öğrenilmesi, çağın diliyle ve anlayışıyla yeniden vücuda kavuşturulması gayretleri inşallah Türkiye'ye yüklenen bir misyon olarak Büyük Makamda kabul bulacaktır.
Ve yaşadığımız süreci yani art arda yaşadığımız ve birbirine destek olan olayları geriye dönüp baktığımızda şöyle anlamlandırabiliriz.
Bedir savaşı için ifade edilen,
O gün siz, vâdinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allâh, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın. Çünkü Allâh, işitendir, bilendir. (Enfal 42)

3 Kasım 2016 Perşembe

İslamın Yaşanması Açısından Kur'an, Hadis ve Mezhepler

     

İslam tevhid geleneğinin son dinidir.
Resulullah'a (as) temel ilkeler, emir ve yasaklar vahiy yoluyla bildirilmiştir.
Resulullah(as) örnek ahlakıyla ve ashabının desteğiyle müslümanlığın en güzel örneğini ortaya koymuştur.
Resulullah (as) ‘ın vazifesi islamı örnek olacak bir şekilde yaşamakla beraber onu gelecek nesillere de aktarması miras bırakmasıydı.
Bu amaçla kendisi ve ashabından birçoğu  vahyedilen Kitab’ı ezbere bildikleri halde Kur’an’ı Kerim’i zamanının imkanlarıyla yazıya geçirmiştir.
Kur’an ilk ayetlerinde buna dikkat çekmiştir.
Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. (Alak 3,4,5)

Dinin kıyamete kadar uyulması gereken ilkelerinin gelecek nesillere aktarılması Resulullah'ın en büyük vazifesiydi. Resulullah da bu vazifeyi Kur’an ayetlerini hassasiyetle birçok katibe yazdırarak en iyi şekilde yerine getirmiştir.
Resulullah’ın ardından Hz Ebu Bekir döneminde ashabın ortak kararıyla Kur’an büyük bir hassasiyetle toplanmış bir araya getirilmiş. Hz Osman döneminde Kur’an bugün elimizde olan Mushaf şeklinde çoğaltılmıştır. Bu çalışma esnasında ashaptan bazılarının kendileri için yazdıkları Kur’an sayfaları toplanıp imha edilmiştir. Bu sahifelerden bazılarında ayetlerin kenarlarında kayıt ettikleri Resulullah’tan duydukları ayet açıklamaları da vardı.
Ashab, Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde çoğaltılmasında gösterdikleri hassasiyeti hadisler konusunda neden göstermedi. Bugün bazılarının iddia ettiği gibi hapsi vahiy mahsülü olan hadisler gelecek ümmet için neden aynı hassasiyetle toplanıp kayıt altına alınmadı. Ashabtan bazılarının kendileri için yazılı hale getirdiği bazı hadis sahifeleri vardı. Fakat mesela Hz Ebu Bekir bu şekilde toplanmış beşyüz hadisin bulunduğu hadis mecmuasını yaktırdığı rivayetler arasındadır.
 Resmi olarak Kur’an’ın toplanmasına gösterilen hassasiyet hadisler için gösterilmemiş bu konu ashabın ortak derdi olmamıştır. Resulullah’ın yazdırmadığı, ashabın duyduğu, bildiği Resulullah’ın söz ve uygulamalarını yazıya geçirip toplamadığı bir hadis külliyatı sonraki dönemde çok önemli bir mesele haline gelmiştir. 
Reslullah’ın sünneti olmayan, ashabın uygulaması olmayan bir hassasiyet müslümanlar için 2. Asırda en önemli islami gayret haline gelmiştir.
Ashaptan bazılarının yazdığı Kur’an sahifelerinin kenarlarındaki, Resulullah’tan duydukları açıklamaların kayıtlarını bile imha etme hassasiyeti nedir? Resulullah’ın dile getirdiği rivayet edilen peygamber kıssaları, rivayetlerde önemli yer tutan Recm gibi ceza uygulamaları, rivayetlerde fazlasıyla yer bulan Allah’ı bize tanıtan hatta sonradan kuts-i hadis şeklinde isimlendirilen Allah kelamlarını neden ashap bize aktarmakta hassasiyet göstermedi. 
Hz Osman döneminde ashabın ulaştığı durumu anlamak istersek Şam , Mısır, Kudüs, Irak fethedilmiş para, güç konusunda zirveye çıkılmış, devlet tecrübesi açısından ileri bir devlet düzenine geçilmiş divan tutulmaya başlanmış bir islam toplumundan bahsediyoruz ve bu devleti ömrünü Resulullah ile geçirmiş ashap idare ediyor. 
Fakat onlar bütün bu imkanlarına rağmen hadisleri toplamıyor Resulullah’ın Kur’an dışında uyguladığı bazı hukuki kuralları da yazıya geçirmiyor. Buradaki hikmeti ümmet sonraki dönemde neden anlayamadı?
Ashabı gerekli hassasiyeti göstermediler diye suçlamadan, hadisler bizim için çok önemlidir, İslam'ın iki kaynağından biridir hatta onlar da vahiy mahsulüdür ve bizi aynı ayetler gibi bağlarlar demek mantıklı mıdır? Biz Ashabı bu konuda suçlayamıyoruz çünkü onlar Resulullah’tan öyle gördüler. Resulullah da hadisleri yazdırmadı.
Resulullah kendisine verilen vazifeyi Allah’ın muradına uygun olarak yerine getiridiğine her müslüman bütün kalbiyle inanır. Ashap da aynı şekilde Resulullah’a en güzel şekilde yardımcı olmuştur. Ashap İsrailoğulları'nın düştüğü hatalara çoğunlukla düşmemiştir. Çok soru sormak, işi yokuşa sürmek gibi İsrailoğulları'nın zaaflarını göstermemişlerdir.
Resulullah'a ve ashabına bir minnet borcumuz da bu yüzden vardır. Resulullah’ın örnek ahlakı ve sabrı yanında ashabının desteği ve sabrı da İslam'ın şu anki haliyle tamamlanmasında bir etken olduğunu bu konudaki ayetlerden anlamaktayız.
Biz İsrailoğulları'nın sabırsızlığı ve çok soru sormasından dolayı ağır vecibelere muhatap olduklarını ayetlerden biliyoruz. (Bakara 67-71)
“Biz, Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Ancak bu hayvanların sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram kılmadık. Zulümlerinden dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, elbette doğru söyleyenleriz”(Enam Suresi, /146).
Ey İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayan'dır, Halim'dir. Mâide / 101
Fakat ashabın düşmediği hataya sonraki dönemde ümmet düştü. Yeni kültürlerle karşılaşmalar ve İsrailoğulları gibi gerek işi yokuşa sürmek için soru sormalar gerek ekollerin kendi aralarında takvalık yarışına girip yeni haramlar ihdas etme yoluna gitmeleri, müslümanları Ehl-I Kitabın düştüğü duruma düşürdü.
Ashap, Kur'an-ı Kerim'i yazılı olarak sonraki nesillere aktarmadaki rolünü en iyi bir şekilde yerine getirmiştir.
Resulullah'ın uygulamalarını ikiye ayırmışlar ibadetleri aynen ondan gördükleri gibi uygulamışlar diğer işlerde şartlar ve fayda aynı ise uygulamışlar diğer hallerde kendi içtihatlarıyla hareket etmişler.
Buna en büyük örnek halife seçimidir.
Resulullah(as) kendinden sonra halife tayin etmemiştir. Hz Ebu Bekir içtihat edip Hz Ömer'i halife tayin etmiştir. Hz Ömer kendi içtihadını yapmış 6 kişilik heyete bu işi bırakmıştır. Din ve dünya işleri açısından en önemli kurum olan halifelik seçiminde Resulullah'ın uygulamasının bağlayıcı olduğu düşünülmemiştir.
Sonraki dönemde İslam'ın din ve dünya ile ilgili uygulamaları mezhep imamlarının oluşturduğu ders halkalarında kaydedilmeye başlanıyor. Resulullah'ın irtihalinden 90 yıl sonra başlayıp 230 yıllarına kadar olan dönemde mezheplerin derlediği islami uygulamalar kitaplara geçiriliyor.
Sonraki dönem; yeni tanışılan kültürler, artan sorular ve siyasi çatışmalarla birlikte yaygınlaşan uydurma rivayetler sahih hadislerin ayıklanması gerektiği paniğini ortaya çıkarıyor.
Hadislerin kayıt altına alınma dönemi;
Resulullah'ın irtihalinden 230 yıl sonra yani mezheplerin uygulama esasları kitaplara geçirilmesinden sonraki dönem. Müslümanlar Resulullah’ın ve ashabının tavrını göz önüne almayarak hadislerin toplanması gerektiği fikrine kapılıyor. Aslında uydurulan hadisler ile mücadele etmenin en doğru yolu, sünnete ve ashabın uygulamasına uymaktı fakat müslümanlar da Ehl-i Kitabın düştüğü hataya düştü ve uydurmalardan kurtulmanın yolunu bir çeşit ‘’konsil’’ tertip etmekte buldu. Hristiyanlar bunu konsiller yoluyla yapmaya çalışmışken müslümanlar cerh tadil ilmi geliştirip rivayetleri belli kriterlerle dinin esas kuralları arasına koyma yoluna gittiler.
 Halbuki bu onlardan istenen bir vazife değildi çünkü ellerinde Kur’an vardı. Kur’an’ın, basit bir ticari borç ilişkisinde iki şahit tutun demesine rağmen ahad rivayetler (İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz. Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir./eş-Şâfiî, er-Risâle) üzerine din bina edilemeyeceğini müslümanların anlayamaması ve bunu ısrarla devem ettirmek isteyenlerin etkisinde kalması Ümmeti Muhammedi bölünmelere parçalanmalara götürmüştür.
İslam,
Resulullah ve ashabı tarafından vahyin kontrolünde yaşanmıştır
Sonraki dönemde mezhepler aracılığıyla kitaplara geçirilmiştir.
İbadetler, günümüze kadar kitaplardan ziyade nesilden nesile uygulanarak nakledilmiştir. İbadetler konusunda mezhepler arasında çok önemli farklar da yoktur.
Bizim bugün ihtiyacımız olan, Kur'an'ın ortaya koyduğu itikâdi ve ahlaki ilkeler ve Kur'an'da açıkça belirtilen ve uygulamaları Resulullah'tan nesilden nesile bize gelmiş olan (namaz,zekat, oruç, hac vb) ibadetlerdir ki bunlarda bir sorun yaşanmamaktadır.
Sorunlar nerede çıkıyor?
2. asırdan sonra ortaya çıkan rivayetler ve bunların getirdiği sorular ve sorunlar.
İbadetlerin yaşanması için mezheplerin kayıt altına aldığı bilgiler nesilden nesile aktarılarak bize ulaşmıştır. Mesela namazın kılınış şekli Resulullah'tan görüldüğü gibi nesilden nesile bize ulaşmıştır ve bunlar için hadis kitaplarına ihtiyaç yoktur
Biz bugün iyi bir müslüman olmak ve hurafelerden arınmak istersek. Namaz, oruç, hac, zekat için hadis kitaplarına ihtiyacımız yok bunlar fıkıh kitaplarında var. Yani buradaki uygulamalar için İmam-ı Azam veya talebeleri, Resulullah ve ashabının uygulamalarını Buhari'den veya Müslim'den bulmadı çünkü o kitaplar kendilerinden yüz yıl sonra yazıldı.
Onlar kendilerine ulaşan dini uygulamaları teyit ettirdikleri rivayetlere dayanarak kitaplarına geçirdiler. Burada esas olan kelime ''uygulamalar''dır. Bir şey dini bir uygulama ise bir çok kimse tarafından bilinmeli, özellikle Medine ehli tarafından uygulanıyor olmalıdır. Yoksa 200 yıl sonra bir iki kişiden birkaç rivayet yoluyla gelen bir habere dayanan şeyler İslam'ın yaygın uygulamalarını temsil etmez. Ayrıca mezheplerin tespit ettikleri esaslar her şeyin sonu da değildir neticede insandırlar ve ulaşamadıkları rivayetler olabilmiştir ve dönemlerinde uygulanmakta olan bazı yerel gelenekleri külli esas olarak da görmüş olabilirler. Örneğin müzik dört mezhebe göre haram veya mekruh kabul edildiği halde sonradan bir çok alim Kur'an'da ve sünnette müziği haram kılan bir delil olmadığını tespit etmiştir ve bugün yaygın uygulama bu yöndedir. İmam-ı Azam'ın vasiyeti şudur ''Sahih bir rivayet bulursanız bilin ki benim mezhebim'' odur.
Ümmetin yaşadığı sorun şurada başlıyor.
İddia şu Resulullah'ın hadisleri hadis kitaplarında derlenmiştir bunların sayısı da 6 veya 9 veya diğerlerini de ihmal etmeyelim diyerek onlarca hadis kitabı dini yaşamak için şartmış gibi ortaya konmaktadır. Halbuki bu kitapları hiç bir mezhep imamı görmemiştir. Çünkü tekrar ediyoruz onlar İslam dininin uygulamalarını mekteplerinde kayıtlara geçirirken hadis kitaplarının yazılmasına daha 100 yıl vardı.
Söylenecek ki işte bu mezheplerin kullandığı hadisler bu kitaplarda derlenmiştir. Hayır bu kitaplarda faziletler, kıssalar ve ahlaki tavsiyelerle ilgili rivayetler ağırlıktadır. Üstelik hadis kitaplarında ibadetlerle ilgili bazı hadisler Hanefiler'in görüşüne ters uygulamaları barındırır. (kanın abdesti bozmaması, imama uyanın Fatiha'yı okuması gibi) Hadis kitaplarındaki hadislerden dolayı Hanefiler veya diğer mezhep mensupları fıkhi görüşlerini değişmezler. 
Diğer taraftan çok sonradan ortaya çıkan uygulamalar, inanışlar mezheplere nispet edilmeden dinin içerisinde sayılmıştır. Biz işte mezheplerimizden gelen kitaplarla dinimizi yaşayabilecekken bu hadis kitaplarını esas alarak mezhep imamlarımızın haberi olmadığı bir çok itikad konuları ve ibadet şekilleriyle muhatap oluyoruz. Mesela ne Ashab-ı Kiram'dan ne de mezhep imamlarından bugünkü anlamda bir şeyh-mürit ilişkisi barındıran tarikat uygulaması rivayet edilmemektedir. Fakat bu uygulama ilginç şekilde bugün Ehl-i Sünnet'in tam merkezinde kendisine yer bulmuş gibi gösterilebilmektedir. Üstelik bu tür uygulamalar temel hadis kitaplarında da yer bulmadığı halde olmaktadır bu durum.
Demek ki mesele sadece Hadislere uyuyoruz iddiası da değil, hadislerde olmadığı halde Ehl-i Sünnet sayılan uygulamalarla da karşı karşıyayız.
Sonuçta bugün Kur'an'a uymayan Resulullah'ın vazettiği temel ilkelere uymayan sözlerle ve ritüellerle karşılaşıyoruz fakat bu kitaplar toptan kutsandığı için bütün bu rivayetler de dine girmiş oluyor.
1400 yıllık İslam kültürünü reddedelim demiyoruz o büyük bir tecrübe olarak önümüzdedir. Kur’an bile indiği toplumun bütün geleneklerini reddetmemiştir. Bize düşen her paygamberin yaptığı gibi şirke bulaşan inanışları reddetmek, yozlaşan dini uygulamaları yeniden tevhid geleneğine oturtmak olmalıdır. Kur’an’da açıkça sayılan ibadetlerimizi zaten nesilden nesile Resulullah'tan öğrendik, Kur'an-ı Kerim de sağlam bir şekilde elimizde, oradan gereği gibi Rabbimizi tanıyalım ve takdir edelim, geleneğin taşıdığı değil Kur’an’ın öngördüğü ahlak ve itikadi ilkeleri tespit edelim Allah'ın huzuruna şirksiz ve şeksiz çıkalım.

Çünkü her fazladan rivayet, ya Allah’ı yanlış tanımamıza sebep olur ya da Resulullah’a iftira atmamıza sebep olur neden bu riski alalım? Allah bizi Resulullah’ın belki verdiği bir tavsiyeyi uygulamadık diye mi sorumlu tutar yoksa bir uydurma rivayet dolayısıyla Allah’ı yanlış takdir etmemizden dolayı mı bizi sorumlu tutar. ( Ör: Mirac hadisinde Allah’ın insanın taşıyamayacağı 50 vakit namaz emretmesi rivayeti veya “Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) rivayetleri gibi) . Kur’an da geçmeyen bu tanımlamaları bir kişinin rivayetiyle nasıl kabul edip de Allah hakkında bir kanaate varalım bu riski almak akla ve takva hassasiyetine sığar mı?

10 Ekim 2016 Pazartesi

Hendek Savaşı 15 Temmuz Süreci

Hendek savaşı,  fitneleri yüzünden  Medine’den kovulan Yahudi kabilesinin örgütlemesi neticesinde çevredeki  müşriklerden büyük ordu toplanmasıyla cereyan eden Müslümanlar için çok çetin geçen bir savaştır.

Ahzâb 10  Hani onlar size hem üst tarafınızdan hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Hani gözler kaymış ve yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah'a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.

Medine halkı bu savaş sürecinde iki türlü tutum sergilemişti,
Birinci grup umutsuzlar, korkaklar, düşmanı gözlerinde büyütenler ve her fırsatta düşmanın galip geleceği propagandasını  yapanlar,

Bu grubu şöyle tarif ediliyor Kur’an,

Ahzâb 13 Hani onlardan bir grup, "Ey Yesrib (Medine) halkı! Sizin burada durmak imkanınız yok. Haydi geri dönün" demişti. Onlardan bir başka grup da, "Evlerimiz açık (korumasız)" diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Oysa evleri açık (korumasız) değildi. Onlar sadece kaçmak istiyorlardı.               
Ahzâb 14 Eğer Medine'nin her tarafından üzerlerine gelinse ve orada karışıklık çıkarmaları istenseydi, onu mutlaka yaparlardı; o konuda fazla gecikmezlerdi.
Ahzâb 18,19,20 Şüphesiz Allah içinizden, savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine, "Bize gelin" diyenleri biliyor. Size katkıda cimri davranarak savaşa pek az gelirler. Korku geldiğinde ise, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de ganimete karşı aşırı düşkünlük göstererek sizi keskin dillerle incitirler. İşte onlar iman etmediler. Allah da onların amellerini boşa çıkardı. Bu Allah'a kolaydır.   
Düşman birliklerinin gitmediğini sanıyorlar. Düşman birlikleri (bir daha) gelecek olsa, isterler ki, (çölde) bedevilerin arasında bulunsunlar da size dair haberleri (gidip gelenlerden) sorsunlar. İçinizde bulunsalardı da pek az savaşırlardı.


İkinci grup mütevekkil, inançlı ve hayatlarını bir an düşünmeden bu yolda feda edecek mü’minlerdi.
Onların durumu birinci grubun aksine o kadar fedakârene ki  düşmanları kalabalık görünce onların akıllarına Resulullah’ın onlara vaadi geliyor. O vaad; büyük bedel ödemeden  büyük hedefe ulaşılamayacağı.  Onlar düşmanı kalabalık görünce akıllarına gelen; eğer büyük bedelin zamanı geldiyse büyük hedef yakındır.

Kur’an onları şöyle tarif ediyor,
Ahzâb 22,23 Mü'minler düşman birliklerini görünce, "İşte bu Allah'ın ve Resülünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resülü doğru söylemişlerdir" dediler. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.
Mü'minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah'a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.

Şimdi Hendek savaşını 15 Temmuz ve ardından devam eden süreç bağlamında değerlendirin.

Hendek savaşının  çıkış sebebini , içerde ikili oynayan ve düşmanı  daha çok sevenleri , tehlike geçince payımız nerde diyenleri  ve bunlara karşı canını vermiş ve vermeye hazır  olan kesimi ve düşmanın saldırısı arttıkça Allah’ın vadini hatırlayanları

13 Şubat 2016 Cumartesi

Kur’an-ı Kerim'le Beraber Hadisler Neden Yazılmadı?



Ey İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayan'dır, Halim'dir. Mâide / 101
Bu ayet eğer Hz Peygamber’in(as), Allah’ın(CC)  affettiği şeyleri haram kılma yetkisi olsaydı, şöyle indirilmeli değil miydi. ‘’Kur’an indirilirken ve Resulullah size bir şeyleri haram kılarken soru sormayın’’
Her Müslümanın kesin iman etmesi gereken bir gerçek vardır; 
Resul-i Ekrem  (as) Din-i Mübin'i  insanlara en açık bir şekilde tebliğ etti ve bu dinin insanlığı selamete ulaştıracak esaslarını onlara anlaşılır bir şekilde miras bıraktı.
Bu noktada Hz Peygamberden beklenen, aynı zamanda devlet başkanı olduğu için insanlık tarihinde yapılageldiği gibi insanların uyması gereken kuralları onlara yazılı olarak bırakmasıdır. Hz Peygamberin(as)  yaşadığı çağ ve yazı teknolojisi buna fazlasıyla  müsaitti.
O (as) ve Ashab-ı Güzin bunu en iyi şekilde yerine getirdi ve Kur’anı Kerim’i yazılı bir şekilde gelecek nesillere aktardı.
Eğer bununla beraber kıyamet vaktine kadar cari olacak din kurallarına, Kur’an yanında ek olarak başka emir ve yasaklar olsaydı bunu Hz Peygamberimiz (as) bize en güzel şekilde yazılı olarak bırakırdı.
Bu konuda şöyle bir iddia vardır. Kur’an’la karışmasın diye hadis yazımı yasaklanmıştı. Bu uygulamayı bu gerekçeye bağlamak  Hz Peygambere (as) eksiklik isnat etmek değil midir. Eğer bağlayıcılık açısından Kur’an ve Hadis aynı durumdaysa bunların karışması mı büyük sıkıntıdır, yazılı bırakılmayan hadis mirasının yalanlarla karışması mı büyük sorundur?
Hz Peygamberimizden (as) 2300 yıl önce yaşamış Babil kralı Hammurabi kanunları meşhurdur . Bu kanunlar taş üzerine yazılmış 282 maddeden oluşur ve bazıları 3-4 satırı bulan kanunlardır. Biz bu durumda Hz Peygamberimize (as) neyi isnat ettiğimizin farkında mıyız. Hammurabi kadar bile  uyulmasını istediği kuralları insanlara aktarmayı gerçekleştirememiş bir din tebliğcisi midir (haşa) Peygamberimiz.
Örnek olarak Tilki eti yenmeyecekse neden bunu  yazıya dökmedi de Şafi ve Malikilerce helal Hanefi ve Hanbelilere göre haram bilindi. Eğer evli zani recmedilecektiyse neden bu kadar önemli bir kuralı yazılı bırakmadı. Hammurabi kanunlarında hırsızlık için 4 tane madde varken recm gibi önemli bir cezayı neden Hz Peygamberimiz (as) yazılı kayda geçirmesinde müminleri sıkıntıda bıraksın.


Hz Peygamberimiz (as) devam edegelen ibadetleri (namaz, oruç, hac) Kur’an öğretisi doğrultusunda şirkten arındırıp bize öğretmiştir ve bunlar genel hatlarıyla mütevatir bir şekilde nesilden nesile bize gelmiştir. Hz Ömer , Hz Aişe  örnekliğinde  Kur’ana ve Resulullah (as) uygulamalarına yaklaşmalıyız. Peygamberlere vahiy esnasında bile ilkâda bulunmaya çalışan Şeytan gibi bir düşmanımız varken , korunması Allah (cc) tarafından taahhüt edilmemiş insanların insafına kalmış bir dini tevarüs etmemeliyiz. Kovulmuş şeytanın şerrinden  korunmuş Kur’an’a sarılarak kurtulabiliriz.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...