28 Aralık 2018 Cuma

Mehmet Akif Ersoy'un uydurma hadisleri kullanan hocalara karşı yazdığı şiir

Mehmet Akif Ersoy, uydurma rivayetler yoluyla dini ifsat etmekte olan hoca görünümlü kişilerle mücadele etmiş biridir. Bu konuda şiirleri vardır. Bunlardan birini paylaşıyorum.
Akif bu şiirde dikkat çektiği noktalardan biri, güya iyi niyetle “İslâmiyet’e teşvik için hadis uydurmak câiz olur (yecûzü fi’tterğîb)” yaklaşımını ve bunun nelere sebep olduğunu dile getiriyor.
Bugün meşhur vaizlerden biri (Cübbeli Ahmet)
bir vaazında şu rivayeti açıkça kullanmıştı. ‘’Benden size benim söylemediğim güzel bir söz naklolunacak olursa, ben onu söylemişimdir’’
Bu bir hadis rivayeti olarak geçmektedir fakat hadis alimleri (Buhari, İbn-I Hacer, İbni- Hazm) bu rivayetin çok sıkıntılı, rivayetlerine itibar edilmeyecek ravilere sahip olduğunu bildirmektedir. Buna rağmen bu rivayeti kullanarak bize güzel gelen her rivayeti Resulullah’a isnat edebiliriz demiştir bu zat. (Bu zatı gündeme almaya değmez demeyin twitter'da yüksek katılımlı bir ankette en güvendiğiniz hoca hangisidir sorusunda %55 ile Cübbeli Ahmet öne çıkmıştı, anket şıklarında dönemin Diyanet İşl. Bşk Mehmet Görmez de vardı)
Bu ''İslâmiyet’e teşvik için hadis uydurmak'' durumu İslam tarihinde vaizler tarafından çok kullanılan bir usul haline gelmişti.
Akif şiirin devamında hadis usulcülerine göre en sahih kabul edilen hadislerinden birini hatırlatıyor.
“Kim benim adıma bile bile yalan isnad ederse, ateşteki yerine hazırlansın’’ (Men kezebe aleyye müteammiden fe’l-yetebevve’ mak’adehû mine’n-nâr) (Buhârî, İlim, 38; Tirmizî, İlim, 8.)
Akif burada rivayetler üzerine din kuranların nasıl bir tenakuz içerisinde olduğunu da zikretmiş oluyor.

Kur'an'ın benzeri bir sure bile getiremezsiniz ayetinin anlamı

Kur’an’da insanlara Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi konusunda meydan okuma vardır.
Bu meydan okuma, bir sure bile getiremezsiniz şeklinde büyütülmektedir.
Söz konusu ayetlerde bir sure bile yazamazsınız denmemekte, getiremezsiniz denmektedir. (Hud 13, İsra 88, Bakara 23)
Çünkü ayetler, insan açısından temin edilen, alınan şeylerdir.
Bir surenin dahi yazılamaması, edebi açıdan veya bilgi açısından imkansız bir şey değildir.
Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün şâhid (yardımcı)larınızı da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). (Bakara 23)
Burada insanların Allah dışında bütün yardımcıları toplayarak dahi elde edemeyecekleri şey, bir ayeti Allah’tan almaktır. Yani kelimelerin ayet olması demek, onların Allah’tan alınması demektir.
İşte insanların toplanarak yapamayacağı şey Allah murad etmedikçe ondan ayet almaktır, yoksa birkaç kelimeyi peş peşe düzmek değildir. Kur'an'ın tümü için bu imkansız olabilir ama bir kısa sure için bu yapılamayacak bir şey değil.
Yüksek bir zeka düzeyine ulaşmak, yüksek algı düzeyine ulaşmak, bilince önceden kodlanmış bir bilginin vakti ve ortamı gelince tebarüz etmesi vb. bu meydan okumanın konusu olamaz, çünkü bunlar insanın ulaşabileceği şeylerdir.

27 Aralık 2018 Perşembe

Atatürk Nereye Kadar

Evet Atatürk konusu ülkeyi gerçekten bölecek bir çatışma dinamiği taşıyor. Çünkü halkın bir kısmında da bir karşılığı olan bir Atatürk sevgisi bu ülkede yerleşmiş durumda.
Fakat Atatürk’ü bu konuda istismar eden, bununla eski günlerdeki gibi yine halkı sindirmeyi arzulayanlar ve buradan iktidara darbe vurmaya çalışanlar şunu da dikkate alsın.
Bu iş, arşivleri elinde bulunduran iktidarın bunları açıp Atatürk’ün dini inanç durumunu ve ülke yönetimindeki zaafları hakkındaki gerçekleri ortaya dökerek bunu yerli ve yabancı muteber tarihçilere söylettiği zaman halkın nazarında her şey bir anda değişebilir.
Bu durumu belli bir kesim zaten biliyor buradan bir şey çıkmaz diye düşünülmesin bu konu henüz halkın gündeminde değil ve bir konu halkın gündemine nasıl sokulacağı konusunda bu devlet uzmandır.
Bu konudaki en büyük hayal kırıklığı, bir gerçeğin sahibi tarafından ve taraftarları tarafından gizlenmesi olacaktır. Bu gizlemenin doğuracağı hayal kırıklığı, kahramanlıkla bir arada bulunamayacak olan cesaretsizlikten başlar halkın ahmak yerine konmasına kadar giden bir çok kızgınlık duygusunu patlatabilecek bir potansiyeli taşımaktadır.

Fetö'nün kendi insanlarına yaptığı zulüm

Kadir Mısıroğlu’nun konuşmalarından kavga çıkartacak sözleri bulmak, bazı hocaların vaazlarından yapılan cımbızlamalar, kıyıda köşede kalmış Diyanet fetvalarını ortaya çıkartmalar, ancak devlet içerisinden birilerinin bilebileceği uygulama aksaklıklarını ortaya çıkartmalar, Atatürk üzerinden sinir uçlarına dokunacak çatışma çıkartma girişimleri;
Bunlar klasik laikçi bilgisini ve aklını aşan provokasyon girişimleridir. Bunlar iki tarafı da tanıyan bir akıl tarafından üretilen fitne girişimleri olduğu çok açıktır.
Bu fitne merkezini hepimiz iyi biliyoruz.
Eğer Fetö bağlantısı yüzünden işinden atılan, içeri atılan, hayatı kararan binlerce insanı gerçekten düşünüyorsa bu fitne merkezi. Bu fitne hareketlerini denemeyi bırakır.
Bu ülkede eğer bu bahsettiğimiz ayrıştırma saldırıları olmasa çok kısa zamanda normalleşme olur herkes işine bakar. Toplumda oluşacak bu barış havası; işinden, hayatından olan binlerce insanın normal hayatına dönmesine sebep olacak bir yargısal yumuşamayı da getirir belki toplum vicdanında bir affetme duygusunu da geliştirebilir.

Tevhid inancına ulaşmanın aracı selim akıldır ama bedel ödemeden sorgulama yapılmaz


Selim akıl, inanç konusunda kendini ancak vahiyle test edebilir. Tevhid inancı, nefsin egosuna, arzularına terstir ama akıl ve fıtrat bu noktada örtüştüğü için sahibini mutmain kılar. Bununla beraber insanlar arasında en az taraftar bulan yoldur. Tevhid inancı dinamiktir, insanın devamlı sakınmasıyla (takva) , sürekli bir gayretle nefsiyle ve vesvesecilerle savaşarak istikamette tutabileceği bir yoldur (sarp yokuş).
Tevhid üzerinde kalmanın gerektirdiği gayret ile onu bulmanın gerektirdiği gayret insanlar için eşit durumdadır.
Bu durum İslam diyarında doğanlar ile diğer insanları eşit kılar.
Düşünen, sorgulayan akıl, nasıl tevhid istikametinde tutunabilir?
Bunun yolunu yine bize Yaratıcı öğretmiştir.
Salat ve infak ile nefs devamlı eğitime tabi tutulmalıdır.
İnsan sorgulamalıdır ama sorgulama dozunu artırdığı oranda salat ve infakı artırmalıdır.
Yüksek hız, buna uygun donanım ve güç gerektirir.
Salat, dini ayakta tutacak amellerdir bunların başında namaz gelir. Namaz, sabah akşam devamlı yapılabilen bir ibadettir. İnsan zihni devamlı saldırı altında olduğu için devamlı bir ibadete ihtiyacı vardır.
Salat ve infak Kur’an’da birçok yerde iman esaslarıyla birlikte anılır. Çünkü bunlar tevhidin gıdasıdır.

Eski Türkiye ve Yeni Türkiye'de Torpilcilik


Türkiye’de zenginlik, fırsatlar, makamlar arttı mı? Arttı.
Eski Türkiye’de bunları paylaştırmak için tek bir fraksiyon vardı. Atatürkçülük adı altında toplanan laikçiliği tek maharet sayan bir fraksiyondu bu.(Uğur Mumcu’nun “Bu memlekette banka soyarken kar maskesi, ülke soyarken de Atatürk maskesi taktılar” diyerek dikkat çektiği gibi) Devlete etki edebilecek çok az STK vardı. Atatürkçü Düşünce Derneği, ÇYDD, Lions belki bir iki tane daha ama bunlar arasında geçişkenlik vardı birinde yönetici olan diğerinde de olabilirdi.
Makamlar da azdı eski Türkiye’de, şimdiki gibi öğretim üyelerinin, sanatçıların yer aldığı kurullar yoktu. Kamu Denetciligi Kurumu, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu gibi kurumlar da yoktu. Bunların yerine derin devlet vardı, o gücü de dolaylı olarak ABD hakimdi.
Eski Türkiye’de zenginliğin paylaşılması ve makamların paylaşılması kolaydı, hem para azdı hem makamlar azdı ve bu imkanların kimlere açık olduğunu da halk bilir ve bu yüzden ‘’haddini bilirdi’’. Her işe her makama talip olmazdı. Mesela yüksek yargıda bırakın Refah Partili birini MHP'li bile bulunamazdı.
Şimdi torpil yok mu? Var tabii ki.
Ama ülkenin yarısı Ak Partili diğer yarısı da bunların eşi, dostu, akrabası. Türkiye’de onlarca STK, dini yapı, meslek teşkilatı, il ve bölge dernekleri faaliyet gösteriyor ve bunlar siyasetçi üzerinde etkili olabiliyor ve bunların hepsine her vatandaş bir çeşit ulaşabilir durumda. Dolayısıyla da bu rekabet, çok hikaye çok dedikodu doğuruyor.
Liyakat ne durumda? İşte burada ülke olarak iyi sınav veremiyoruz. Çünkü Türkiye halkına yerleşen şöyle berbat bir anlayış var ‘’Eğer bir yere gelmeyi becerebiliyorsan hak etmişsindir’’. Bunun bir partiyle/fraksiyonla ilgisi yok. Bunu da herkes bal gibi biliyor.

Türkler Anadolu’da devlet olmayı İslam'a girmelerine borçludurlar.

Bu yazı ateistler ve İslam ile derdi olanlar içindir.
Türkler Anadolu’da devlet olmayı İslam'a girmelerine borçludur.
8. yüzyılda Türkler kendi aralarında çatışma halindeydiler. Düşmanları olan Çin, T’ang hanedanlığı hakimiyetindeydi. 618-907 yılları arasındaki bu hanedanlık dönemi Çin tarihinin en parlak dönemlerinden sayılmaktadır.
Çin’in müdahaleleriyle Göktürk hakimiyetine karşı Basmıl, Karluk ve Uygurlar ayaklanmışlar, bu grupların isyanları neticesinde Göktürk Kağanının başı kesilerek Çin başkentine gönderilmiş daha sonra Basmıl reisi, Uygur ve Karluklar tarafından öldürülmüştü.
Çin orduları Tanrı Dağlarının kuzeyindeki Tokmak’ı aldıktan sonra Batı Türkistan istikametinde ilerlemeye başlamış, bu ilerleyişin hedefinin Taşkent olduğu bilinmekteydi.
Türkler bu durumdayken
Müslümanlar, bugünkü ülke adlarıyla ifade edersek; İran. Kuzey Afrika’nın tümü, Arap Yarımadası, Yemen, Sudan, Pakistan ve Afganistan’ı içine alan büyük bir devlet ve güçlü ordulara sahip durumdaydı.(Emeviler, büyük devletler içerisinde toprakları en geniş 5. devlet olarak tarihe geçmiştir)
Türklerin bu müslüman birliğini aşıp Anadolu’ya yaklaşma şansı yoktu. Türkler müslüman olduktan sonra Abbasi Devleti’nde yönetimde söz sahibi olmaya başladılar, boylar halinde Anadolu kapılarına kadar geldiler ve islamlaşmaya başlayan Anadolu’da zulüm gören müslümanları kurtarmak için motive oldular ve Anadolu’ya ordularıyla girdiler.
Yani Anadolu’yu yurt edinen Türkler eğer müslüman olmasalar Orta Asya’da diğer Türk boyları gibi dağınık devletlerden biri olarak kalacaklardı. Dünya sahnesindeki etkileri Özbekleri geçmeyecekti.
Anadolu bugün yine İslam toprağı olacaktı ama adı Türkiye olmayacaktı.

Ateistler, Kur'an'ı geleneğin getirdiği tortularla okuduğu için İslam'ı anlayamıyor

Şahit olduğumuz kadarıyla Türkiye ateistleri ve deistleri dinden çıkmak noktasına gelmelerini açıklarken, köprüden önce son çıkış olarak gördükleri Kur’an’ı okumalarını gösteriyorlar.
Fakat bunu yaparken çocukluktan beri güven duydukları kültürü terk ederken Kur’an’ı o bilinçaltındaki kültürün oluşturduğu tortularla okumaya anlamaya çalışıyorlar. Ben o kültürü kafamdan sildim, rivayetlerin sorunlu olduğunu biliyorum, zaten onlara güvenmediğim için arayışa geçtim sözleri bizce bilinçaltı için geçerli değildir.
Diğer taraftan okudukları Kur'an mealleri büyük oranda rivayet kültürü esas alınarak meallendirilmiştir.
Burada yapacakları ne olabilir?
Herkesin Kur'an'ı anlayacak kadar arapça öğrenmesini tavsiye edemeyiz bu mümkün de değildir bu Allah'ın muradı da olamaz.
Peki nasıl olacak?
İnsan öncelikle içindeki sese, tabiata, hayatın kendisine, dünyada dönüp duran döngüye bakarak bir Tanrı inancına ulaşabilir.
Buna ulaştıktan sonra yüce, mükemmel, hiç kimseye ihtiyacı olmayan bir Yaratıcı inancına ulaşır.
Tanrı'nın mükemmel olması zorunludur. Çünkü mükemmel olmayan sonsuz surette hayatta kalamaz.
Kimseye ihtiyacı olmayan mükemmel bir varlık eğer bu alem gibi afetlere maruz, insan gibi değişik kabiliyet ve bahta sahip bilinçli varlıklar yaratmışsa, bunları mutlaka bir yerde eşitlemeli ve kendi aralarındaki hesabı görmelidir. Aksi halde Yartıcısını bulan ve ona iman eden bilince haksızlık etmiş olur.
Böyle bir yaratıcı inancına sahip olan kişi, Yaratıcı’nın insana bir mesaj göndermiş olma ihtimalini düşünür. Dünya tarihinin, kendisine Yaratıcı tarafından insanları uyarması için vahiy geldiğini beyan eden elçilerle dolu olduğunu görünce buna mutlaka ilgi duyar ve bunu asla ihmal edemez.
Bu inanç ve ilginin ona verdiği bilinçle, indirilmiş olduğu iddia edilen kitapları yanlış bulmak için değil Allah’ı o kitaplarda bulmak için incelemelidir.
Çünkü her akıllı insan bilir ki bu kitapları nakledenler, meallendirenler, tefsir edenler insanlardır ve bu kitaplar bir dönemde bir coğrafyada inmiştir ve İnsan değişen, değer üreten, alışkanlıkları olan bir varlıktır. Bu yüzden kendince anlamsız bulduğu şeylerin bir başkası için anlamlı olabileceğini, şartların farklı ihtiyaçlar ve değerler geliştirebileceğini bilir. Bunlara takılıp en başta zorunlu olarak bulduğu mutlak yaratıcı fikrinden caymaz/cayamaz. Çünkü bütün bu şeyler baştaki yaratıcı fikrinden daha büyük kesinlik ifade etmez. Tıpkı matematikteki gibi bir sayıda, başta olan ‘’bir’’ rakamı sağındaki sekizlerden, dokuzlardan daha büyük değer taşır. Diğer taraftan imtihana tabi tutulan mide değil akıldır. Midenizi bulandıran şeylerin sebebi sizin rahatsızlığınız veya alışkanlıklarınız olabilir. İmtihana tabi tutulan göz de değil, bu yüzden Kur'an'da ifşa da aranmamalı. Akıl dışında hiçbir kabiliyetimiz imtihana muhatap olamaz bu imtihanın mantığına terstir.
Kur’an’ın korunacağını ifade eden ayette adı ‘’Zikir’’olarak geçmektedir.(Hicr 9)
O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dır." (Sad-87)
‘’Hatırlatma’’
Akıl için hatırlatma yeterlidir.
Siz hatırlatma rehberinde metaforlara, deyimlere, kültüre takılırsanız siz konuyu anlamadınız demektir.

Namaz


İslam’da hiçbir ibadet sadece kişiyi ilgilendirmez. Bütün ibadetler insanın diğer insanlarla ilişkisini düzenler. İbadetler, Yaratıcı'ya bir fayda olsun diye yapılmaz.
Yaratıcı ile ilgili olan O'nu hatırlamak, tenzih etmek ve yüceltmektir. Bunlar da insana kulluğunu hatırlatır, yerini ve haddini bildirir böylece mütevazı olmasını sağlar.
Zekat, hac, oruç hepsi toplumu ilgilendiren, birlikte icra edilen, insanı diğer insanlara faydalı, anlayışlı, haberdar kılan, hallerinden anlamayı sağlayan ibadet şekilleridir
Namaz da aynı amaçla icra edilir.
Namaz, içerisinde tekrarlanan ayetler, sözler itibariyle insana kulluğunu, yaratılmış olduğunu, aciz olduğunu hatırlatan tekrarları barındırır. Bu şekilde insan eğitilir.
İnsanın bu eğitimi neye yarar?
İnsanın diğer insanlara karşı daha az zararlı, daha faydalı olmasını sağlar.
Enaniyet sahibi, bencil bir insanı ele aldığımızda, (ki her insanda bu durum az veya çok vardır) namaz kıldığı halde ve namaz kılmadığı halde diğer insanlara karşı davranışında bir miktar değişiklik olur.
Böyle bir insan namaz kıldığında 9 birim kötü oluyorsa, namaz kılmadığında 10 birim kötü olur.
Olur mu? Mutlaka olur. Namazda ne dediğini bilen biri, alnını yere koyan , eğilen biri, nefsini az veya çok mutlaka bir miktar sınırlar.
Bu sınırlama kişiye göre değişebilir ama mutlaka bir fark olur.
İşte bu fark, sizin namaz kılmadığınızda diğer insanlara karşı o kadar kötü olmanız demektir. Bu da kul hakkıdır.
Yaratıcı, yarattığı insana bunu yaparsan diğer insanlara daha faydalı, en azından daha az zararlı olursun demiştir,
Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru gereğine uygun olarak kıl! Çünkü namaz (doğru ve şuurlu eda edildiği taktirde), insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı hatırda tutmak ise muhakkak en büyük (ibadet)tir. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut 45)
Siz nefsinizi kullanma kılavuzuna göre kullanmazsanız, bilerek çevreye zarar veren bir varlık olmuş olursunuz. Bu durumda namaza devam etmeyen kişi güzel ahlak konusunda hassas olduğunu iddia edemez.

Prof Dr Mustafa Öztürk ve Gelenekçiler

Gelenekçiler Mustafa Öztürk hocayı hedef haline getirdiler. Saldırının sebebi Mustafa hoca bir tebliğinde bir takım görüşleri aktarması ve bazı konularda onlara katıldığını beyan etmesi.
Savunduğu meselenin esası, vahyin mahiyeti hakkındaydı.
Kur’an Resulullah’a mana olarak mı indi, lafız olarak mı indi? Yani ayetler, Resulullah’a okunduğu gibi mi verildi, yoksa mana bildirildi Resulullah bunları konuşulan dile çevirdi ve bunları dile getirirken Resulullah’ın insani yönü etkili oldu mu?
Mustafa hocanın Kur’an’ın bağlayıcılığı konusunda bir itirazı yok. Kur’an’ın İslam dininin kitabı olduğuna itiraz etmiyor, Tabii ki Kur’an Allah’ın kitabıdır demeye devam ediyor.
Sadece ayetlerin dile dökülmesinde Resulullah faktörünü öne çıkarıyor, bazı konularda Resulullah’ın inisiyatifinin de önemli olduğunu dile getiriyor.
Bu noktada gelenekçilerin savunduğu din anlayışıyla bu anlayışın pratik sonucu aynı değil mi?
Gelenekçiler, Resulullah’ın hadislerinin de vahiy kaynaklı olduğunu, aynı ayetler gibi bağlayıcı olduğunu savunmuyorlar mı?
Mustafa hoca bir süre önce Kur’an’ın Sünnet’e olan ihtiyacı Sünnet’in Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır demişti. Bu söz gelenekçilerin çok hoşuna gitmiş, Hoca bu sözün kalkan olmasıyla 3-4 yıl saldırıdan kurtarmıştı.
Şimdi gelenekçiler şiddetli bir saldırı başlattılar. Saldırının sebebi, Kur’an’ın Resulullah’ın sözü olma iddiası ve dinin teşekkül etmesinde Resulullah’ın inisiyatifinin etkili olması.
Halbuki gelenekçilerin şiddetle savundukları şey;
Resulullah’ın sözlerinin bağlayıcılık açısından Kur’an gibi olduğu, aynı Kur’an gibi vahiy kaynaklı olduğu, Buhari ve Müslim çökerse dinin çökeceği olduğuydu.
Bu durumda tarihselcilerle gelenekçilerin savundukları din anlayışının pratik sonucu aynı olmaktadır.
Mustafa hoca, Kur’an’ın anlaşılmasında ayetlerin bağlamı, sebebi nüzulü, en çok da Resulullah’ın psikolojisi ve içinde bulunduğu toplumun sosyolojisi iyi bilinmelidir diyor. Yani dini doğru anlamak konusunda rivayetlere bağımlıyız.
Gelenekçiler işi daha geriye götürüp her şeyin asıl var olma sebebi Resulullah’tır. Onun her söylediği vahiydir, Kur’an-Sünnet bir bütündür. Kur’an tek başına bir şey ifade etmez, İslam’ı biz ancak Rasulullah’ın açıklamalarıyla ve uygulamalarıyla hayatımıza aktarabiliriz diyorlar.
Ayrıca bugün kendini Ehl-I Sünnetin en iyi savunucuları sayan tasavvuf ehli vahyin kaynağına değişik anlatımlarla Resulullah'ı da eklerler. (Resulullah’ın vahyin alındığı perdenin arkasında olması, aslında Cebrail’in Kalb-i Muhammedi olduğu vs)
Bu tartışmanın, ilerleyen dönemde çok verimli sonuçlara gebe olduğu anlaşılmaktadır. Gelenekçiler bu konuda savunmaya geçtiler ve en çok kullandıkları argümanlar;
Kur’an’ın insan sözüyle asla bir tutulamayacağı ve sadece ayetlerin hiçbir değişikliğe uğramadan bize ulaşacakları konusunda korunmuş oldukları yönünde birleşmektedir.
Hayırlara vesile olur inşallah.

21 Aralık 2018 Cuma

Ak Parti'nin en doğru stratejisi en baştan medyayı sömürü düzeninin kontrolünden kurtarmasıdır.


Türkiye gibi bağımsızlığını anlaşmalarla kazanmış ülkeler hiçbir alanda kendi başlarına bırakılmamıştır. Bu işin tabiatı gereğidir. Galip devletler savaşla işgal ettikleri ülkelerden güçleri yettiği halde çekilirse aslında o ülkeden çekilmiş değillerdir. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok.
Öncelikle o ülkede bağımsız sermayenin büyümesini engellerler. Kendilerine bağlı ve bağımlı yeni bir sermaye oluştururlar.
Bunun ilk adımı Lozan'da atıldı
Osmanlı’da tüccar kesim ağırlıklı olarak gayri müslimlerden oluşmaktaydı. Meslek erbabı da genelde onlardandı. Türk heyetinin beklemediği şekilde Lozan’da mübadele konusu masaya getirildi ve Balkanlarda toprak ağası ama okumamış Türkler ile Anadolu’daki sermaye sahibi ve meslek erbabı gayri müslimler mübadele edildi. Türkler tarlalarını getiremedi ama gayri müslimler mesleki birikimlerini ve sermayelerini alıp gittiler. Neticede Türkiye’de iş yapacak insan sıkıntısı başladı.

Her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de yeni sermaye devlet desteği ile oluşmaya başladı. Sanayi konusunda yerli üretim devlet eliyle bir miktar yapılmaya çalışıldı ama asıl tüketim ürünleri konusunda özel sermaye dışa bağımlı olma kolaycılığını tercih etti ve devleti de bu konuda istediği gibi kullandı.
Ülkede belli kesimden birilerine dünya çapındaki sanayi kuruluşları distribütörlükler verdi ilk dönem hükümetlerinin mensupları ağırlıklı olarak bilinen locaların temsilcileri olduğu için aynı loca çevresinden insanların elinden tuttu ve neticede Türkiye'nin zenginleri distribütörlük anlaşmalarıyla dışarıya bağımlı ve belli ideolojinin emri altında oluştu gelişti. Doğal olarak dünyadaki gibi bizde de medya sermayenin elinde ve kontrolünde oldu,
Demokrasi denen şey, medyanın ve lobilerin isteklerinin halkı manipüle edip onlara onaylatılması olduğunu artık herkes anlamış vaziyettedir. Dünyada medyanın hangi sermayenin elinde olduğu herkesin malumudur.
Hükümetler doğru yapsa da medya istediğinde halkı hükümet aleyhine çevirebilir. Menderes halka yararlı işler yaptığı halde medya, birkaç yıl içerisinde halkı Menderes'e darbe yapılmasına ikna etti ve bir yıl içerisinde de asılmasına ikna etti. 1955 yılında Menderes'i asacağız deseydiler halk aynı 15 Temmuz gibi sokaklara dökülürdü. Aynı şey Erbakan hükümetine de yapıldı benzer şekilde dünyada da bu iş aynı şekilde yürümüştür yürümektedir.
Ak Parti iktidara geldiğinde medya %95 oranında Ak Parti aleyhindeydi. Parti politika ve strateji gereği medyayı kontrol etmek zorundaydı bu amaçla yerli ve taraftar sermaye oluşturmak zorundaydı ve bunu yeterli seviyede başardı. Bu süreç tabii ki sıkıntılı istismara açık bir süreç olacaktı. Yanlış yapanlar, şımarık davrananlar olmuştur.  Bir takım insanlar bu süreci istismar da edecekti ama zorunlu olan bu durumu, bu stratejiyi uygulamamak, ülkeyi, milyonlarca insanı yine sömürü düzeninin insafına terk etmek olacaktı.
Türkiye zenginler listesine bakınca 16 yıldır çok büyük bir değişiklik olmadığı görülecektir. Hâlâ sıralamada üstte olanlar aynıdır, zenginleşen birkaç grup medyayı taşımakla görevlendirilmiş diğerleri de vakıflara destek konusunda devamlı direktif almaktadır. Şimdi geri dönüp bu gerçeği göz ardı edip Ak Partililerin bu yönden bir eleştiri dili geliştirmeleri çok anlamlı değildir. Çünkü muhalif kesim bu durumu iyi bilmektedir yani eğer zenginleşenler kendilerine sermaye yapsalar sosyete gecelerinde boy gösterseler onlar için çok sorun olmayacak ama bu zenginler medyayı güç odaklarının etkisinden korumak için sermayelerini kullanıyorlar ve asımın neslini yetiştirecek vakıflara destek oluyorlar ya işte bizim azgın muhalifleri kızdıran bu durumdur. Onlarla aynı dili kullanıp onlara hizmet etmek ahmaklık olmaktadır. Türkiye'de ticari ahlak anlayışının eskiden beri sıkıntılı olduğunu her zaman vurguladığım için tekrar onu zikretmedim yoksa tabii ki Türkiye'de her kesimin bu konuda bir ahlak sorunu vardır ve bu çamur zemin Ak Parti'nin uyguladığı stratejiyi daha zorlu ve dedikoduya münbit yapmıştır.
Bu eleştirileri yapanlar bu ''medya demokrasisi'' düzeninde bugünden ne tavsiye ederlerdi 2002 Türkiye'sindeki Ak Parti'ye.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...