31 Mayıs 2021 Pazartesi

Nusra’ya Silah Gönderildi İddiasına Cevap

 

Suriye’de Mart 2011 itibariyle halk isyanı başladı. Türkiye aylar boyunca muhaliflere ve rejime sükunet telkin etti. Türk dış işleri bakanı Davutoğlu bundan 6 ay sonra Esed ile uzun bir görüşme yaptı. Esed serbest seçime gitme, özgürlükler ve benzer şekildeki muhaliflerin isteklerini kabul etmedi.
O görüşmede Esed Türkiye’yi muhalifleri desteklemekle suçlamadı çünkü Türkiye hâlâ sahada bir destek vermiyordu. Sonraki aylarda Rejim katliamları artırınca Türkiye, Arap Birliği, Avrupa Birliği ve birçok devlet Suriye ile ilişkilerini kesti.
Türkiye daha önce 90’lı yıllarda Afganistan'da Bosna’da Çeçenistan’da yaptığı gibi muhaliflere yardım etmeye başladı.
Suriye’de ilk aylarda muhalefet hep birlikte hareket ediyordu. Ilımlılar, Kürtler, Türkmenler, Radikaller hep birlikte Esed rejimine karşı savaşıyordu. Bu aşamada Suriye’ye yardım eden bütün ülkeler gibi Türkiye’de yardımları muhaliflere gönderiyordu, yaralıları tedavi ediyordu.
Sonraki günlerde doğal olarak cephede komutanlar ortaya çıkmaya başladı. Bunlar başka yerlerde savaşmış tecrübelilerdi. Muhaliflerin çoğu eski Suriye ordusu komutanlarının peşinde toplanmaya başladı. Daha radikal olanlar daha önce başka yerlerde savaşa katılmış gençleri toplamak amacıyla yeni gruplar oluşturdu. İşte Nusra gibi örgütler ortaya çıkmaya başladı. Türkiye diğer yardım eden ülkeler gibi Nusra’yı terör örgütü ilen etti ve ılımlı muhaliflere destek vermeye devam etti. Nusra daha sonra El Kaide ile ilişkimizi kestik dese de listelerden çıkarılmamıştır.
Neticede ilk başta yardım edilen muhaliflerin bir kısmı Nusra gibi örgütlere geçmiştir. Bazen de muhaliflere diğer ülkelerden de gelen yardımları bu örgütler çeşitli anlaşmalar karşılığında Nusra gibi örgütlere verdiği ortaya çıkmıştır. (güvenli geçiş vermesi gibi)
Benzer durum ABD’nin yardımlarında da yaşanmış.
Şu bilgi google aramalarında kolaylıkla bulunuyor.
ABD hükümeti, Suriye İç Savaşı'nın başlangıç aşamalarında (CIA'nın gizli programı Timber Sycamore ile) 2012 başı ve 2013 sonu arasında Suriye'deki isyancılara silah gönderdi. Bu silahlardan bazılarının el Nusra'nın eline geçtiği bildirildi. El-Nusra üyesi ve diğer örgütlerde isyancıların verdiği bilgilere göre Ahrar uş-Şam tarafından silahlar el-Nusra'ya devredildi. Pentagon, Eylül 2015'te eğitimleri ABD tarafından eğitilen "Yeni Suriye Kuvvetleri" adı verilen 30. Tümen'e bağlı isyancılarından oluşan küçük bir grubun, güvenli geçiş karşılığında el-Nusra'ya altı kamyonet ve mühimmatlarının bir kısmını verdiğini doğruladı

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Pervin Buldan’ın Yaşadığı Stockholm Sendromu ve Akşener’in Derin Devlet İlişkileri

 

Bu günlerde Pervin Buldan'ın, Selahattin Demirtaş ile ilgili birkaç söz söyleyip HDP'lilerin gönlünü kazanmaya çalışan Akşener'i kürt halkına kabul ettirmek için çalışmalarını ibretle izliyoruz.
Kürt halkının şöyle demesi isteniyor. Pervin Buldan eşini öldüren düzeni sağlayan siyasi zihniyeti affettiyse biz de affedebiliriz.
Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan, 2 Haziran 1994'te İstanbul Yeşilyurt Çınar Oteli'nden, polis kimlikli, polis yelekli ve telsizli sekiz kişi tarafından[4] Adnan Yıldırım ve Hacı Karay'la birlikte kaçırıldı ve sonrasında öldürüldü.[5] Buldan ve arkadaşlarının cesetleri, 4 Haziran 1994'te Bolu'nun Yığılca ilçesi Melen çayı kenarında bulundu. İşkence yapıldığı, vücudunda yanık izleri görüldüğü, derisinin soyulduğu, göğsüne ve başına kurşun sıkıldığı otopsi raporu ile belgelendi.
Pervin Buldan bir röportajında olayı şöyle anlatıyor.
Eşiniz Savaş Buldan öldürülmeden önce neler yaşıyordunuz?
1990’lı yıllar Türkiye’de çok karanlık bir dönemdi ve hergün tanıdıklarımız da dahil olmak üzere onlarca insanın ölüm haberini alıyorduk. İnsanlar, polisler tarafından kaçırılıyor, işkenceler yapılıyor, daha sonra da katlediliyordu. Bütün bunları izleyip görüyorduk. Eşime de tehdit telefonları, mektupları geliyordu zaman zaman. Bunları eve çok yansıtmamaya çalışırdı Savaş.
Neden hedef seçildi eşiniz?
O dönemin bir devlet politikası vardı. Kürt halkının sorunlarını dile getiren, yaşadığı sıkıntılara çare bulmaya çalışan, dilinin özgürleşmesi, kimliğinin özgürlüşmesi için çaba gösteren insanlar hep hedef seçildiler. Tansu Çiller’in 1993’te yaptığı bir açıklama vardı. “PKK’ya yardım eden Kürt iş adamlarının listesi elimizde, bunlardan hesap soracağız” diye bir açıklamaydı ve bu listenin içinde Savaş Buldan da vardı. Bu açıklamadan sonra özellikle iş adamlarına yönelik cinayetler başladı. Savaş iki arkadaşı Adnan Yıldırım ve Hacı Kara ile birlikte 3 Haziran 1994’te polisler tarafından kaçırıldı, işkence yapıldı ve ardından katledildiler. O zaman ben Zelal’e 8 aylık hamileydim.
Buldan önceki günlerde yine aynı iddiayı tekrarlayarak şöyle bir tweet attı..
Yıllardır hep söyledik şimdi yine söylüyoruz. Savaş Buldan ve arkadaşları Devleti yönetenler tarafından öldürüldü. Cinayeti işleyenler göstermelik yargılandı ve beraat etti. Şimdi yeniden başadönüyoruz ve yargılanmaları icin girişimde bulunacağız..
23 May 2021
Bu cinayetleri Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’yı da öldüren ekibin yaptığı biliniyor. Bu ekibin bir tarafında dönemim MİT haber elemanları ve kullandığı tetikçiler ve emniyete bağlı bu şekilde kullanılan tetikçiler. Tarık Ümit, Çatlı, Peker vs.
Bu ekip siyasi desteği en çok Doğru Yol Partili siyasetçilerden almıştı. Mehmet Ağar DYP’den iç işleri bakanıydı onun görevden alınmasından sonra yerine Meral Akşener getirilmişti. Çiller bu derin yapıya çok ciddi destek veriyordu. Bu yüzden bu operasyonların önünü kesecek birinin Ağar’ın ardından iç işleri bakanı yapması beklenemez.
Akşener bu konulardaki kararlılığını bizzat kendisi şöyle ifade etmişti.
‘’Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”
Akşener için o dönemde şöyle iddialar da vardı.
MİT’in 1998’de çete lideri Alaattin Çakıcı’ya düzenlediği operasyon öncesi, Akşener’in Çakıcı’ya “yerini değiştirmesi gerektiğini” söylediği mesajı kamuoyuna bomba gibi düşmüştü. Aynı şekilde, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’yla aynı masada yemek yediği iddiaları medyada yer almıştı.
Abdullah Çatlı Meral Akşener’in siyasi rotasını belirleyen DYP Disiplin Kurulu üyesi Çatlı'nın ortağı ağabeyi Nihat Güner ‘dir.
Akşener, 1994 yerel seçimlerinde Doğru Yol Partisi'nden Kocaeli Büyükşehir Belediye başkan adayıydı sonra DYP Kadın Kolları Başkanı oldu. 95 yılında DYP’den milletvekili oldu.
Yani en karanlık dönemde Akşener Çillerin yakınında ve yükseliyor .
Çiller kısa zaman önce ABD’den Türkiye’ye dönmüş acemi bir siyasetçi. Acaba onu bu karanlık işleri yürüten ekiple kim tanıştırdı veya onu bu konularda kim cesaretlendirdi.
Meral Akşener’in bir de Tansu Çiller tarafından kurulan Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı Başkanlığı da vardır ve orada dönen olaylar, onları da başka yazıda inceleriz.

19 Mayıs 2021 Çarşamba

Yönetim Kurulu Üyelikleri Ve Alınan Yüksek Ücretler Konusu


Eski Türkiye'de dev medya grupları hükümetlere hakimdiler. Bürokrasiyi de kontrol altında tutabiliyorlardı. Fakat halkın sesi sayılan Meclis'in çok sesinin çıkmasını istemediklerinden, Meclis'i itibarsızlaştırmak için devamlı milletvekili maaşlarını gündeme getirirlerdi.
Bu ucuz ve taktiksel yaygara bu günlerde yüksek bürokratlar için yapılıyor. Bürokratların ve devlet hizmetinde bulunmuş, emek vermiş, tecrübe kazanmış siyasilerin aynı zamanda birkaç kurumda görev yapması ve oralardan hakları olan gelirleri edinmeleri büyük bir yolsuzluk ve israf olarak dillere dolandırılıyor.
Büyük işletmelerin yönetim kurulu üyelikleri sanıldığı gibi o alanda uzman olmayı gerektirmez. Yönetim kurulu; temsil makamıdır, vizyon belirler, dış ilişkileri, kamu ile ilişkileri, finans ilişkileri için bağlantılar kurarlar.
Bunun için kurul üyeleri siyasi gücü olan, aynı zamanda başka kurumdaki bağlantılarından faydalanılan güçlü kişilerden oluşması istenir. Bu o işletmelere güç verir.
Bununla beraber devlet işletmelerinde çok büyük paralar almazlar. Kamu iktisadi teşebbüsleri ve bağlı ortaklıklarının yönetim kurulu üyelerinin alabileceği huzur hakkı en çok 3.335 TL. Özel statülü kurumlar Borsa gibi kurumlar ve kamu bankalarında bu yıl için bu ücret, devlette ayrıca görevi olanlar için 14 .000 olmayanlar için 24.000 TL’dir.
15/1/2012 tarihinde yürürlüğe giren 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 5’inci maddesinin (s) fıkrası ile memurlar ve diğer kamu görevlilerinden, kurum ve kuruluşların yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu, danışma kurulu üyelikleri ve komisyon, heyet, komite ile benzeri organlarda görev alanlara, kurum içi ve kurum dışı ayrımı yapılmaksızın bu görevlerinden sadece biri için ücret ödenebileceği hüküm altına alınmıştır.
Yani bürokratlar birkaç kurumda görev alsa bile yalnız birinden ücret alabilir. Yani kendi maaşına ek olarak yalnız bir huzur hakkı ücreti alabilirler. Bu durum yeni reformlarda sadece tek kurumda görev alabilir şeklinde değiştirilmektedir.
Fakat belediye başkanları ve meclis üyeleri bu kısıtlamanın dışında tutulmuştur. Bu yüzden şu anda büyükşehir belediyelerinde başkanlar, başkan danışmanları, meclis üyeleri ve partilerin gösterdiği kişiler birkaç şirketin yönetim kurullarında görev almakta birkaç yerden ücret alabilmektedirler.
Bu durum genel yönetimde yani hükümette de vardır. Bürokrat olmayan kişiler birkaç kurumda görev alabilmektedir.
Gelelim bu durumun etik olup olmadığına.
Siyasi partilerde görev alanlar genelde mesleklerini bırakıp bütün mesailerini bu siyasi çalışmalara vermektedirler. Bu çalışmalar neticesinde partileri hükümet kurarlar devleti yönetirler. Bu insanlar başarılı oldukları için partilerinde önemli görevler üstlenebilirler ve devlet idare edilirken bu insanlar bazen milletvekili bazen sadece parti görevlisi bazen bir görevi olmadığı halde bütün mesaisini siyasi çalışmalara verirler.
Bu insanların birlikte okuduğu akranları ve arkadaşları iş alanında çalışıyorsa belki varlıklı kişiler olabiliyor, akademisyense prof olabiliyor veya yüksek bürokrat olup yüksek maaşlara sahip olabiliyorlar neticede kariyer sahibi yüksek gelir sahibi insanlar oluyorlar.
Ömrünü siyasi çalışmaya verenler ise bütün tecrübelerine, başarılarına kurdukları ilişkilere rağmen bunun onlar için ekonomik bir getirisi olamamaktadır. Yaşları ilerlemiş olduğu akranlarının yakaladığı fırsatları da kaçırmış olmaktadırlar.
Bu yüzden siyasi kişilerin kamu kurumlarında temsil makamlarında görev almaları hem o kurumlara tecrübeleriyle fayda sağlamaları hem kariyerlerine göre bir gelir sahibi olmalarını sağlamaktadır. Bu makamlar zaten birileri tarafından yürütülecektir, yani bir israf söz konusu değildir. Bu yönetim kurulu üyeliklerine sıradan memurların ve tecrübesiz gençlerin alınması zaten işlerin verimli yürümesi açısından doğru olmayacaktır.
Önemli olan bu kişilerin haksız kazanç sağlamamaları o kurumlara sahip çıkmalarıdır. Bu kurumlarda görev alacak kişiler başarılı kişilerden seçilmelidir.
Başarılı insanlar özel sektörlerde aynı işleri yüz binlerce lira maaş alarak yapmaktadır. Bu yüzden kamuda verimli insanları tutmak için onları birkaç kurumdan gelir sahibi yapmak kamunun faydasına bir durumdur.
Bu birkaç maaş konusu halkı kışkırtmak için kullanılan bazen çok işe yarayan bir yaygara biçimidir. Halk genelde yöneticilerin de bir hayatı olduğunu kariyerlerine uygun şekilde bir hayat standartları olması gerektiği empatisini kuramaz.
Milyarlarca liranın yönetimiyle, milyonlarca kişinin kaderiyle uğraşan insanların yüksek gelir sahibi olması kıskanılacak bir durum olmaması gerekir.
Beğen
Yorum Yap

18 Mayıs 2021 Salı

Bu Yazı Filistin Konusunda Ezber Bozan Bir Yazıdır

 

‘’Bir buçuk milyarlık İslam dünyası, 9 milyonluk İsrail ile başa çıkamıyor’’
Daha kaç nesil bu ezici cümleyle muhatap olacak, bu cümleyi her duyduğunda özgüvenini kaybedecek, refleksleri kırılacak, komplekse girecek, İslam’a ve Müslümanlığa olan inancı sarsılacak?
Şu anda dünyada başka bir ırk ve din mensubu yönetim altında ikinci sınıf teba olarak yaşayan başka bir toplum var mı?
Bu zilleti de mi Müslümanlar çekmek zorundadır?
Burada bir yanlış yok mu?
Bu işin Kur’ani çözümü nedir, Allah’ın bizden istediği nedir?
Resulullah ve ashabı Mekke’yi, Müslümanların ibadetleri için gerekli olan beldeyi terk edip hicret etmedi mi?
Bu hicreti Kur’an daha sonra itikadî bir mesele olarak tanımladı, Hicret tercih değil Allah’ın Müslümanları mecbur kıldığı bir eylemdi. Çünkü insanlar alışmış oldukları, sevdikleri beldeyi terk etmek istemezler çoğu zaman onurlarının kırılmasına eziyet görmelerine bile razı olurlar.
Fakat mesele İslam’ın onuruysa, Kur’an’ın bize öğrettiğine göre iş değişiyor.
Hicret ile ilgili ayetleri tekrar hatırlayalım;
İman edip Allah yolunda hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenlerle onları barındıran ve onlara yardım edenler, işte onlar, birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar. İman etmiş olmakla birlikte henüz hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlarla hiçbir dostluğunuz ve yardımlaşmanız olamaz. Buna rağmen eğer onlar dinlerini korumak için sizden yardım isterlerse, aranızda barış anlaşması bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla, onlara yardım etmeniz lâzımdır. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. Enfâl / 72. Ayet
Zulme maruz kaldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada mutlaka en güzel bir yere yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat elbette çok daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.
Nahl / 41. Ayet
Melekler, dininin emirlerini yerine getirmeyerek kendilerine yazık ederken canlarını aldıkları kimselere: “Sizler ne işle meşguldünüz?” diye sorarlar. Onlar: “Biz düşman yurdunda dinimizi yaşamaktan âciz bırakılmış, gerçekten zayıf kimselerdik” derler. Melekler de onlara: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Orada uygun bir yere hicret etseydiniz ya!” derler. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası, son durak olarak ne fenâ bir yerdir. Nisâ / 97. Ayet
Dünyada ilk defa bir belde güç ile veya hile ile terör ile işgal edilmiyor. Yahudiler öyle veya böyle dünyada kazandıkları gücü kullanıp her türlü terör, hile ve para gücüyle Filistin bölgesini ele geçirmektedir. Müslümanlar buna engel olamamıştır. Şu anda Yahudileri işgal ettikleri yerlerden çıkartma durumumuz yok öncelikli olarak böyle bir vazifemiz de yok.
Oradaki Müslümanları koruyamıyorsak, İsrail iç siyasetini kurgulamak için veya başka sebeplerle her sefer müslümanları orada ölüme , hakarete tabi kılıyorsa bunun mutlaka değişmesi lazım.
Müslümanlar orada polis şiddetine uğramadığı günlerde psikolojik şiddete maruzdur. İkinci sınıf bir teba durumundadır. Müslümanların bu kadar geniş , zengin toprakları varken Filistinlilerin düştüğü bu kötü durum yüzünden onurumuzun toptan kırılmasına müsaade etmemiz Allah’ın bize öğrettiği dinin ilklerine uymamaktadır.
Filistinliler Kudüs’ü ve Yahudilerin yoğun oldukları bölgeleri terk edip çıksa emin olun Yahudiler kısa zaman sonra birbirine girer ve dağılırlar. Bu Yahudilerin tarihinde çok defa yaşanmış bir durumdur.
Mescidi Aksa meselesi Kur’an’ın öngördüğü dini anlamamış olmanın, geleneği kutsamanın bir sonucu olarak Müslimanların başına çok defa iş açmıştır.
Filistin meselesinin çözümünde Müslümanların inisiyatifi ele alabilme sırrı Kur’an’a tabi olmalarında saklıdır.
Bugün Hz Ömer gelse orada meseleyi nasıl çözerdi diyerek bir vizyon oluşturulabilir.
İslam’ın ibadet merkezi olarak tayin ettiği tek belde Mekke’dir. Beytül- Makdis, İsrailoğulları peygamberlerinin çevresinde yaşadığı ibadet mekanı edindiği yerdir. İslam o geleneğin devamıdır ama yeni bir vizyon ve mekan tayini yaparak İsrailoğullarından tevarüs edilecek her türlü hurafenin ve sıkıntı oluşturacak kutsiyet enflasyonunun önünü kesmek için tüm kutsallığı Mekke’de toplamıştır. İsrailoğullarının kutsiyet enflasyonu yaratma alışkanlığını da şiddetle kınamıştır.
Çünkü her kutsal yeni bir ayrılık yeni bir çatışma sebebidir. Hz Ömer Kudüs’ü ele geçirdiğinde kutsal bir beldeye girdim havası yaşatmamış ve Müslümanlar akın akın Kudüs ziyaretine gitmemiştir.
Bunlar dikkate alınarak Müslümanlar Kudüs için dünyaya şöyle bir teklifte bulanabilir.
Özel bir komisyon kurulacak. Müslüman , Hristiyan ve Yahudilerden oluşan siyaset dışında bir komisyon oluşacak.
İçinde Muallak taşının üzerine yapılan müze niteliğindeki Kubbetü s-Sahra ve Hz Ömer Camisini de bulunduğu 144 dönümlük alan üç dinin mensuplarının kullanabileceği şekilde paylaşılacak denetim ve idare uluslar arası bir komisyon tarafından idare edilecek.
Filistinliler ve Yahudiler kesin şekilde ayrı devlet olacak şekilde ve Kudüs’ü de eski Berlin gibi bölüşecek. Filistinliler kesinlikle Yahudilerin hakim olduğu bölgelerde yaşamayacak. Orada yaşayıp zilleti göze alan hiçbir müslüman için Müslüman dünya sorumluluk kabul etmeyeceğini beyan edecek.
Bu teklifle dünyanın karşısına çıkarsak İsrail projesi kendi kendini yok etme sürecine girecektir. Müslümanların periyodik şekilde onurunu kırma imkanından mahrum olan İsrail projesi boşa çıkacağı için Yahudi küresel gücü için varlık sebebini tamamen yitirecektir.

10 Mayıs 2021 Pazartesi

Kanal İstanbul'a karşı halkı kışkırtmak için uydurulan çok basit bir yalan var. ABD İçin Yapılıyor Montrö Konusu

 Kanal İstanbul'a karşı halkı kışkırtmak için uydurulan çok basit bir yalan var.

Kanal ABD'nin isteğiyle yapılıyormuş, çünkü Montrö ABD'nin Karadeniz'e çıkışını engelliyormuş.
Kanal projesinin Montrö'ye nasıl etki edeceğini bilimsel olarak ortaya koyan yok.
Montrö sözleşmesinin girişinde aynen şunlar yazıyor
"Boğazlar" genel deyimiyle belirtilen Çanakkale Boğazı, MARMARA DENİZİ ve Karadeniz
Boğazı'ndan geçişi ve gemilerin-gidiş gelişini (ulaşımı), Türkiye'nin
güvenliği ve Karadeniz'de, kıyıdaş Devletlerin güvenliği çerçevesinde koruyacak biçimde,
YANİ MARMARA DENİZİNİ DE KANAL İLE BYPAS YAPMADIĞINIZ SÜRECE MONTRÖ'NÜN HÜKMÜ DEVAM EDER.
Montrö'yü biz istediğimiz zaman fesh edebiliriz. İstanbul boğazına kanal yapıldı diye bir şey değişmiş olmuyor.
Bunu yüzlerce kanal muhalifi akademisyen bilmiyor mu? Biliyor ama kendi taraflarındaki halkı ucuz yoldan kandırmak işlerine geliyor. Çünkü insana saygıları yok.

Lozan'dan Sonra Montrö'yü İmzalamamızı Ne Sağladı


Lozan Anlaşmasının tam bağımsızlığımızı sağlamadığı konulardan biri de boğazlardır. Lozan'a göre İstanbul Boğazı'nın iki tarafı 15 km Türk askerinden arındırıldı. Yani biz İstanbul'un büyük bölümünde asker bulunduramıyorduk Lozan'a göre.
Boğazdan her türlü gemi savaş gemileri de serbestçe geçebiliyordu. Yani ekonomimizin çoğunu barındıran İstanbul tamamen savunmasızdı.
Peki ne oldu da Montrö anlaşmasını yapma imkanımız doğdu.
''Hitler Almanya’sının Versaillies Antlaşması(7 Mayıs 1919)’na aykırı olarak silahlanmaya başlaması(1934) ve Mussolini İtalya’sının 1935’te Habeşistan’a saldırması ile birlikte Türkiye, Boğazları’nın savunmasız durumunu gündeme
getirmiştir. Hitler’in Versaillies Antlaşması hükümlerine aykırı olarak zorunlu askerlik sistemini kabul etmesi ile ortaya çıkan durum için 17 Nisan 1935’te toplanan Milletler Cemiyeti’nde Türkiye Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras; “Türkiye’nin güvenliği ve her devlet gibi savunma hakkının tanınması” noktasında hareket ile Boğazların askersizleştirme hükmünün iptalini istemiştir.
Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler başta olmak üzere İngiltere de yaklaşan faşist yayılmacılığa karşı boğazların savaş gemisi geçişlerine sınırlandırılmasına destek verince Montrö imzalanmıştı.
Neticede bizi kurtaran 1. Dünya savaşında diğer devletleri çok korkutan Almanya'nın Hitler ile yeniden tehlike arz etmesi, bizim boğazları büyük oranda yeniden sahiplenmemizi sağladı.

CHP evet seçimle çok işbaşına gelemedi ama ara dönemlerde hep CHP'li isimler başbakanlık yaptı.

 CHP evet seçimle çok işbaşına gelemedi ama ara dönemlerde hep CHP'li isimler başbakanlık yaptı.

Ak Parti öncesindeki 79 senelik Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde CHP genel başkanları ve CHP’li siyasiler 45 yıl başbakanlık 4 yıl başbakan yardımcılığı yaptı
1923-1950 CHP (Atatürk – İnönü)
1960-1961 (darbe dönemi)
1961-1965 CHP (İnönü)
1970-1971 Nihat Erim (CHP Milletvekili)
1972-1973 Ferit Melen (CHP üyesi senatör)
1973-1974 Naim Talu (CHP’li Nihat Erim ile siyasete girdi)
1974 Bülent Ecevit CHP
1974-1975 Sadi Irmak Eski CHP Milletvekili
1978-1979 Bülent Ecevit
1980 Turhan Feyzioğlu (Eski CHP Milletvekili)
1980-1983 Bülent Ulusu (Asker)
1991-1995 SHP/CHP ( Koalisyon CHP’li Başbakan Yardımcısı)
1999-2002 Ecevit ( Başbakan)

Ekrem İmamoğlu Müteahhitleri Tehdit Ediyor

 Ekrem İmamoğlu, 'Kanal İstanbul projesinin bugünlerde peşinde koşanlar, gelecekte af dileme ile kurtulamayacaklar. demiş.

Güya aklınca tehdit ediyor. Acaba ne yapacak gidip inşaat makinelerini ateşe mi verecek. Benim ilk aklıma o geldi bu sözünden, yoldaşlarına bakınca demek havaya girdi dedim 😀
Eğer biz iktidar olursak paralarını vermeyiz diyorsa o mümkün değil
Çünkü Ecevit hükümetinin 1999'da çıkarttığı Tahkim Yasası buna imkan vermez.
Bu yasaya göre uluslararası hakem devreye girer. Kılıçdaroğlu diyor ya Londra mahkemeleri yetkili diye. İşte Ecevit döneminde çıkan o yasa İmamoğlu'nun boş konuştuğunu söyler.

Kanal İstanbul

 ABD Ulusal İstihbarat Konseyi "Küresel Eğilimler 2040 Raporu"nda, Avrupa'da nüfusu en yüksek olan şehirler sıralamasında 2035'te 18 milyon nüfusla İstanbul birinci sırada yer alıyormuş..

İstanbul 15 yıl sonra 18 milyon nüfusa ulaşacak bu durum Birleşmiş Milletler raporuyla da örtüşüyor. Dünyanın kentsel nüfusu şu andaki 4.2 Milyardan 2050’de 6.5 Milyara çıkacak.
Peki bu nüfus artışını İstanbul nasıl kaldıracak?
İstanbul yerleştiği arazi açısından dar bir alanda sıkışmıştır. İstanbul’un kuzeyi ormanla çevrilmiştir. Ankara gibi dört tarafa yayılabilme imkanı yoktur.
Ankara’nın çevresi müsait olduğu için yakın bölgelerde düzenli yapılaşmanın olduğu semtler oluşmaktadır.
Ankara geniş alana yayıldığı için trafik akışı İstanbul'dan çok daha rahattır. Dar alanda sıkışan İstanbul'un artan nüfusu, artan araç sayısı ile trafik sorununu çözmesi mümkün değildir.
İstanbul ‘un yayılabileceği tek alan Kanal güzergahının çevresidir. Kanal çevresinin orman alanı olmaması iyi bir tesadüf olmuştur.
Yine de o bölgede çekim merkezi oluşturacak bir proje olmasa şehre uzaklığı yüzünden değerli konut üretimi imkanı yakalanamaz ve bu tür konutlar İstanbul’un içinde şartlar zorlanarak yapılmaya devam eder.
Kanal projesi devlete bir imkan daha verir. İstanbul’un turizm bölgesi olan tarihi yarımadadan gönüllülük esasıyla Kanal bölgesinden takas yoluyla turizm için geniş alanlar kazanılabilir.

Bazı İslami Düşünür ve Yazarların Savrulması


İslam’ı din olma yanında araştırma alanı olarak gören bazı düşünürler ve hocalar arasında bir savrulma yaşandığına şahit olunmaktadır.
Akıl-Nakil dengesini dikkate alarak bir din telakkisi oluşturmaya çalışanlar rivayetlerden uzaklaşıp Kur’an’ı esas alan okuma yapmaktaydılar. Fakat bazı okuyanlar rivayetçileri kendi silahıyla da vurmak amacıyla rivayet madenciliğine de giriştiler.
Unutulan bir şey vardı, Şeytan büyük bir düşmandır ve insanlara duymak isteyecekleri şeyleri uydurmada çok mahirdir. Bu vesveseciler bilinen insanlar ve bilmediğimiz başka yaratılmışların birbirleriyle yardımlaştığını ve benim diyen insanı dahi aldatacak maharet sahibi olduklarını Kur’an bize bildiriyordu.
Neticede rivayet madencileri zayıf düştükleri bu anlarda felsefenin delici soruları karşısında çıplak yakalandıkları anların travmalarının birikmesiyle bir süre sonra inandıkları ama hak vermedikleri bir dinin sahibi durumuna düşmeye başladılar. Bu gevşeme dinin hedefleri konusunda da sapmalara sebep olabiliyordu.
İnsanlık tarihine bakıldığında insanın en büyük motivasyonunun yönetme, hüküm sürme, hüküm sürenin tarafı olma mücadelesi olduğunu görüyoruz.
Kur’an’a baktığımızda da bu mücadeleyi hayatın tam merkezine koyduğunu görüyoruz. İş o noktaya ulaşıyor ki Allah bizzat kendini insanlar arasındaki bu mücadelenin tarafı olarak konumlandırdığını hatta intikamdan bahsettiğini görüyoruz.
Bir inanan için, Allah’ın tarafı olduğunu hissetmek, onun boyasıyla boyandığını göstermek en büyük motivasyondur. Kur’an’ın hayatı bu şekilde değerlendirmesini dönemsel bir duruş olarak görme gafletine düşenler. Dini bir iyilik hareketi olarak görmeyi bir maharet, bir entelektüel seviye sayanlar, Kur’an’ın inanan insana yüklediği en büyük misyonu göz ardı ederek hem en büyük motivasyondan mahrum kaldılar hem de karşı cepheye yaranmanın insanı çürüten etkisine maruz kaldılar.
Gücü eline geçiren zalimlerin zayıf duruma düşenleri topluca öldürdüğü, yurtlarından çıkardığı bir dünyada zayıf düşenler adına bir şeyler yapmaya çalışanları ahlak’a, yumuşaklığa, zalimlere yardım edenlere karşı empatiye çağıranlar . Bana insanlığından söz et dindarlığını ( İslam’ın dindarlık tanımı; Allah adına zalimlere karşı mücadele vermektir) Allah’a göster diyenler, tam da insanların öldürülmesine , yurtlarından çıkarılmalarına çanak tutanlar olduklarını anlamıyorlar.
Tehlike kapıdayken meleklerin cinsiyetini tartışıyorlardı deyip papazların aymazlığını dile getirirken tehlikeyi savmak için hayatını ortaya koyanların destekçilerine ahlak polisi kesilmek aynı kafadır. Yanlışı, günahı olanın cezasını Allah verecektir, dünya ne zaman günahsızların dünyası oldu ki? Bu günahkarları taşlamakla nam yapıp zalimle mücadeleyi unutmak şimdi bu savrulanların yeni elit(!), ulvi(!), insancıl(!) uğraşları oldu.

''128 Milyar Dolar'' Meselesi


Bu soruyu bir partinin afişlerle sorması yanlış mıdır?
Bir kişiye ‘’eşiniz namuslu mudur ?’’ diye sormak nasıl başınıza iş açarsa devletin namusuna tasallut etme girişimi olan 128 milyar nerede sorusu da başınıza iş açar.
Bu soru neden yanlış? Çünkü merkez bankaları devletlerin hazinesi, kasası değildir. Oradan bir yere para ödenmez . Döviz alır TL verir. TL verir döviz ve altın alır. TL’yi basar ve piyasaya sürer.
Pandemi sürecinde ABD ve Avrupa merkez bankaları milyarlarca dolar ve euro bastı. Ne kadar bastıklarıyla ilgili hiçbir yerde bilgi var mı? Yok
Biz de bastık ne kadar bastık onunla ilgili bilgiyi neden sormuyor Babacan? Çünkü açıklanmaz bunu biliyor. Ekonomiyi bilenler bilir. Merkez bankasının kasasında ne kadar TL vardır diye bir soru yoktur. Piyasanın kaldırabileceği kadar para basar. Kaldırabileceği ne demek? Piyasada TL bolluğu olursa TL’nin değeri düşer, Döviz istendiğinde yeteri kadar döviz bulunamazsa dövizin değeri artar. Burada Merkez Bankası devreye girer bankalara döviz verir karşılığında TL alır. Yani kasasında para eksilmez. TL’ye dönüşür.
.
Bir bankanın TL’ye ihtiyacı olduğunda döviz verip TL almayacaksa Merkez Bankasından faiziyle borç alır. Merkez bankası piyasadaki paranın takibini yaptığı için eğer piyasada TL bolluğu oluşturmayacak durumdaysa bu parayı yeni basıp verebilir. Yani Merkez bankası kasasında döviz almak için para sıkıntısı çekmez basar parayı alır ama bunu engelleyen nedir? Piyasaya fazla TL verip döviz almaya kalktı mı döviz çıkar TL düşer.
Buraya kadar anlattığımızdan asıl anlaşılması gereken şudur. Merkez bankaları çok ilginç , genel anlamda yazılmamış kurallara dayalı, kısmen gizli, tamamen piyasayı koklayarak yürütülen bir mekanizmadır.
Mesela CHP’nin afişlerle sorduğu bu soruya karşı CHP’ye şu soru sorulmalı. CHP iktidarı döneminde 1930’da kurulan merkez bankasının adı neden ‘’Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’’ dır. Neden ‘’Cumhuriyeti’’ değil? Bu gizemi açıklasın CHP.
Anlaşılan şudur ki, muhalefet yine bir kurnazlık peşindedir. Tüm dünyada kuruluşları, işleyişleri gizemler barındıran merkez bankası üzerinden iktidarı sıkıştırma taktiği. Yine ülkesinin menfaatlerini, güvenliğini, saygınlığını hiç çekinmeden harcama hoyratlığı barındıran bir kampanya ile karşı karşıyayız.
Kampanyada sorulan soruyu vatandaşın şöyle anlaması hedeflenmektedir. Merkez Bankasının kasasından büyük miktarda bir para belli olmayan yerlere harcandı bitirildi.
Muhalefetin ekonomistleri biliyor ki Merkez Bankası harcama yapamaz. Ancak yıllık kâr dağıtımı yaptığında hazineye payı kadar para aktarabilir.
Merkez Bankası ancak TL verir Döviz veya altın alır, Döviz verir TL alır. Yani parası buharlaşmaz.
Şimdi bu bu şekilde söylendiğinde muhalefetin sözcüleri soruyu değiştirdi . O zaman kime, ne kadar döviz sattı? diyorlar. Yani şimdi paranın buharlaşmadığını kabul eden bir soruya döndüler.
Bu sorunun cevabı toplam rakamlar şeklinde verilince ve aslında 160 milyar dolarlık işlem yapıldı denince , hayır olmaz rakam 128 milyar dolardır bu bizim sorunun cevabı değil diyorlar. İyi de o 128 milyarı siz uydurdunuz demek ki 160 milyar dolar diye sormalısınız hem daha iyi değil mi bu soru? Yok çünkü biz bir slogan üretmek peşindeydik mümkünse bize cevap vermeyin moduna girdiler.
Bu sorunun afişlerini kaldırmak meselesine gelince, bence gerek yok bunları toplatmaya, çünkü halk bunu anlamaz..

Türkiye ekonomisini tanıtan bir rakam verelim


Hükümet 2018 yılından itibaren emeklilere yılda iki kere ikramiye vermeye başladı. Buna mecbur değildi böyle bir vaadi yoktu. Bütçenin buna müsait olduğunu hesapladılar ve verdiler.
Bu ikramiyelerin bütçeye yıllık maliyeti bu yıl yaklaşık 27 Milyar TL olacak.
Bu yılla beraber emekli ikramiyeleri için bütçeden çıkan toplam rakam
15 MİLYAR DOLAR yapıyor
Yani Kanal İstanbul’un maliyeti kadar bir para.
Her yıl emekliye biraz katkı olsun diye kişi başına düşen bu küçük miktar para toplamda 3,5 Milyar dolar yapıyor.
Bu para, garanti kullanım anlaşması gereği köprü yol ve şehir hastanelerine ödenen paranın 5 katı yapmaktadır.
Beğen
Yorum Yap
Paylaş

Merkez Bankaları, Kağıt Paranın Serüveni ve Swap'ın Rezerv Olması


Kâğıt para ilk kez 7. yüzyılda Çin’de kullanıldı. Madeni paraları yanlarında taşımaktan kurtulmak isteyenler bunları güvenilir kişilere emanet bırakıyorlar karşılığında senet alıyorlardı bir süre sonra bunlar ciro edilerek başkalarına verilmeye başlanınca el değiştiren bir çeşit para kullanıma sokulmuş oldu. O dönemde kağıt para madeni paranın karşılığıydı.
Daha sonra hükümet bu işi tekeline aldı ve tüccarlara devlet garantisinde kağıt para verdi. Venedikli tüccarlar eliyle bu sistem Avrupa’ya taşındı 14. yy’da İtalyan bankaları madeni paralar karşılığında kağıtlar 'Nota di Banco' vermeye başladı (banka notu, banknot) böylece Avrupa'da banknot kullanıma girmiş oldu.
Daha sonra 1600’lü yıllarda merkez bankaları kuruldu altın karşılığı para basma dönemi başladı. 1. Dünya Savaşına kadar paranın altın karşılığı basılmasına bütün devletler uydu fakat savaştan bir müddet sonra buna bağlı kalan tek para ABD Doları oldu. Böylece Dolar dünya parası konumuna geldi.
Ülkeler artık altın rezervi yanında dolar rezervine de gitmeye başladı.
Vietnam Savaşı sürecinde ABD mali sıkıntılar yaşamaya başlayınca, 1971 yılında doların altın karşılığı olarak basılması ilkesini terk etti böylece dünyada yeni bir dönem başlamış oldu ve dünyada bütün paralar karşılıksız kaldı.
Diğer ülkeler Merkez bankalarında döviz rezervi saklamak zorunda kalırken ABD ve Avrupa’nın zengin ülkeleri bundan büyük oranda muaf olmaktadır.
Mesela dünyanın ikinci nükleer gücü 1.4 Trilyon dolar GSYH ile Rusya 580 Milyar dolar rezerv saklarken 3.9 Trilyon dolar GSYH sahibi Almanya sadece 254,5 milyar $ rezerv saklamaktadır. 2.2 Trilyon avro kamu borcu olmasına rağmen Almanya’nın parası zaten rezerv para olduğundan piyasada dönen parası garantisi olarak görülüyor.
• Şu anda dünyada rezerv para olarak kabul edilen para birimleri; ABD Doları
• Euro
• İngiliz Sterlini
• Japon Yeni
• Yuan
Kağıt paranın gelişme sürecine bakıldığında paranın karşılığı konusunda bir değişim olduğu görülmektedir. Bu değişim, Çin’de güvenilir kişiler, Avrupa'da kralların garantisi daha sonra altın sonra dolar ve buna 1982 yılında ilk olarak Dünya Bankası ve IBM arasında gerçekleşen swap anlaşması eklenmiştir.
Modern ekonomide her şekilde paradan para kazanma şekilleri gelişmektedir. Mesela konut kredilerinde mortgage konut kredisi sistemi geliştirilmiş . Bankalar kullandırdıkları konut kredilerinin teminat gücünü ikinci piyasada ayrıca menkul değer gibi bir kazanca daha konu etmişlerdi. Benzer şekilde swap piyasası da bu şekilde gelişmiş mevduattaki paralar takas edilmek yoluyla ayrı bir garanti ve kazanç yolu olarak değerlendirilmektedir.
Bu yeni enstrüman bir zamandır merkez bankalarının rezervlerinde ciddi bir kalem olarak yer bulmaktadır. Yeni dünyaya kolay adapte olamayanlar veya dünyanın gerçeklerini geç kavrayanlar her zaman her yeni şeye ya itiraz etmiş ya da dalga geçmişlerdir.
Merkez Bankası mesela yurt içindeki bankalarla yaptığı bu swap anlaşmalarında merkez bankası sattığı dövize karşı aldığı parayı swap anlaşmasıyla yine döviz mevduatı karşılığı verdiği TL mevduatı ile kendi rezervinde saklamış olmaktadır. Buradaki anlaşmada banka kâr etmek için bunu yapmaktadır. Döviz yurt içindedir. Dış piyasada yaptığı swap anlaşmalarında da yine karşısında dövizi mülkiyetine geçirmiş gibi garanti olarak kullanabilme imkanı yakalamaktadır. Rezervde önemli olan teminat yani garantidir.
Bunlar kağıt paranın serüveninde sadece bir basamaktır, ilerleyen dönemde işin daha nerelere varacağını bilemeyiz. Çağı yakalamak diyordu ya bazı ilerici solcularımız onların dünyayı hep geriden takip ettiği bildiğimiz bir durumdur.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...