16 Ekim 2018 Salı

İnancı Sorgulayan Birinin Sorularına Cevaplar

İnancı sorgulayan birinin sorularına vermeye çalıştığımız cevaplar;
----------------------------
Arkadaşlar seviyeli bir şekilde sorularımı cevaplayan bilgili arkadaşlarım varmı
1.kuranı kerimin değiştirilmediğine nasıl inanabilirim

2.değiştirilmediğini varsayarsak İncil zebur ve tevrat,kuranı kerim gibi korunsaydı insanlar sadece yaptığı günahlara göre yargılanacaktı ve bu daha mantıklı olacaktı mucizelerle dolu dinimizde neden kuranı kerim korunduğu gibi diğer 3 kitap korunmadı hristiyan yahudi doğan biri ne kadarda da iyi olsa ataları kitabı koruyamadığından 1-0 geride başlayacak ve çoğu müslüman gibi diğer dinleri sorgulamadığından dünyaya müslümanlık haricinde bir dinden gelip gideceği için cehenneme gidileceği söyleniyor

3.dünyayı bir sınav olarak göz önünde bulundurduğumuzda sınava hangi kul başvru yaptı ? Yani herşey yüce allahın yarattığı şeytanla inatlaşmasından başladıysa çok saçma geliyor bana koskoca allah şeytanın kibirine savaş açtı ve milyarlarca kul bu davaya ortak olup tarafını seçerek ödüllendirilecek veya cezalandıralacak.oyuna benziyor bir nevi oyuna bot atıp izlemek gibi

4.ve ona inanmadığımız için neden cezalandırılıyoruzki siz hiç bir insanı size inanmadığı için ona işkence uygularmısınız bu benimce kibire girmezmi(bana inanmadın hahaha gel buraya yakacam seni)

5.küçük yaşta ölen bebekler sınava girmeden geçiyor nereye gideceği belli değil ama cennete gittiğini var sayarsak haksızlık olur hiçbiryere gitmez ise daha haksızlık olur cenneti kazanabilirdim der kendince.

Not:ateist değilim inanıyorum korkuyorum ama cahilim sorgulamak istiyorum şirk sayılırmı bilmem ama hiç olmazsa yobaz değilim körü körüne neden inanırkı bir insan.
-------------------
Cevaplar;
Öncelikle insan var olmayı seçen bir varlıktır.
İnsana yokluk halindeyken seni var edelim mi, ama var edersek seni bir imtihana tabi tutacağız dense hayır ben yokluğu tercih ediyorum demeyeceğini her insan kendinden bilir. Bunun aksini iddia eden bu tartışmanın tarafı olmayı da hak etmeyecek meraksız bir kişidir. Onunla meşgul olamayız.
Şeytan/İblis ilk imtihanı kaybedenlerdendir biz bugün başka imtihanı kaybeden şeytanların da vesveselerine muhatabız. İlk şeytan imtihanı kaybetmemiş olsaydı bile bugün cinlerden ve insanlardan (Nas Suresi 5-6) olan vesvesecilerin etkisi altında olmamız imtihanın gereği olarak devam edecekti.
Bugün keşfedildiği kadarıyla Allah dünyada yaşamış ve yaşamakta olan her insan başına bir trilyondan fazla yıldız yaratmış. Bir o kadar da yeryüzünde canlı türleri yaratmış ve bunlardan daha büyük nimet olarak özgür iradeyi yaratmıştır.
Bu özgür irade çalışsın diye kötülüklerin de yaratılmasını üstlenmiştir. Yani mesela bir insan küçük bir çocuğa kötülük ediyor ve sonra çocuğu öldürüyor. Ve sistem gereği Allah bunu da yaratıyor.
İnsanın varlığının , özgür iradeli olmasının ne kadar ağır bir bedeli olduğu anlaşılıyor mu?
Ve Kur’an inanmayanlara azap edeceğim derken aslında ayetler incelenirse şu görülecektir. Bu inanmayanlar aslında başka insanların inanmasını engelleyen insanlardır. Allah kulunu yaratıyor, ona özgür irade veriyor sonra onu doğru yola sevk edip mükafatlandırmak istiyor ama birileri çıkıp o insanla Allah’ın arasına girip bu sistemi engelliyor, belki ayartıyor, korkutuyor ve diğer insanı mahrum bırakıyor.
Aslında Allah, kendisi için değil diğer insanların önünü kesmemesi için bu inanmayanları tehdit ediyor.
İkinci aşama;
Kur’an-ı Kerim ve diğer vahyedilen kitaplar sadece bir hatırlatmadır.
Kur’an’dan benim anladığım imtihan sistemi şöyle çalışıyor.
Öncelikle her insanın fıtratına anne karnındaki oluşma sürecinde Yaratıcı inancı kodlanıyor.
Bu duyguyu her insan tecrübe eder, mutlaka bir yaratıcıya inanmak ister bu inanma isteği filozofların da umumiyetle katıldığı bir görüştür.
A’raf 172/ Senin rabbin, her ne zaman Ademoğullarının sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar, cevaben: "Elbette!" derler, "Buna tanıklık ederiz!" (Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki) Kıyamet Gününde, "Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz,
Her insan yaratıcıya inanma ihtiyacı hisseder, onu bulmayı, onun varlığının ona güven duygusu vermesini arzu eder. Bu fıtri duygu ona aynı zamanda bir vicdan yükler. Yaratıcı karşısında kul olma bilinci, insana, diğer yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusu yükler. İnsanlar tarih boyunca yaratıcıyı memnun etmek istemiş, ona kurbanlar adamış ve diğer insanlara iyilik yapmanın gerekli olduğunu hep bilmiştir. Bu bütün dinlerde, pagan dinlerinde de yer bulan bir inançtır. Bu zorunlu bir duygu olarak insandan taşar. İnsanlar yine tarih boyunca, yaratıcıya inanma konusunda da diğer insanlara iyi davranmanın gerektiği konusunda da hiç ihtilaf etmemiştir evet şirke düşmüştür çoğu zaman yanlış şeylere tanrı demiştir ama tanrısız kalmamıştır. Tanrı tanımazlık çok azınlıkta kalan bir tercihtir. Diğer insanlara kötülük etmeyi normal karşılayan bunu icra etmeyi de istekle yapan ( seri katiller gibi) insanlar da vardır ama onlar da tanrı tanımazlar gibi çok azınlıktadır.
Tevhid dini sistemi şöyle işliyor A’raf 172’de beyan edildiği gibi bu inanç insana kodlanıyor. İnsan, hayatını aslında bu istikamette yürütebilecek kabiliyete sahiptir. Ancak Allah bunun yanında hatırlatıcılar olarak elçiler ve kitaplar gönderiyor. İmtihan iki boyutta devam ediyor.
İsra 15/ Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca, Biz, (kendilerine) bir elçi göndermeden (yaptığı yanlışlardan ötürü hiçbir topluma) azap etmeyiz.
1- Kendisine bir elçi, hatırlatıcı Allah’ın uyarılarını hatırlatıyor ve imtihan bunlara uymayı da kapsıyor.
2- Kendisine Allah’ın uyarılarını tebliğ eden bir hatırlatıcı ulaşmıyor. Bu azapla muhatap değil ama fıtratına uygun yaşarsa kendine iyilik yapmış olacak mutlu bir hayat sürecek ve öteki dünyada mükafatını görecek, fıtratına uygun davranmazsa bu dünyası kötü geçecek ama öteki dünyada azaba uğratılmayacak.
Bu konu Kur’an’da açık geçmiyor ama bir elçiyle muhatap olmadığı için azaba uğramayacak olan insanlarla, bebek iken ölen insanlar aynı kategoride değerlendirilebilir.
Bunlar, Allah’ın özgür iradeli, sorumlu varlıklar yaratma projesinin zorunlu elemanlarıdır. Çünkü özgür iradeli insan kötülük yapacak nesli ve tabiatı bozacak ölümlere sebebiyet verecektir. Bu olmadan özgür iradenin tecrübe edilmesi mümkün olmayacaktır. Her insana tebliğin ulaştırılması inanan insanların görevidir fakat insanlar bunu yerine getirmeyeceği durumlar da olacaktır. Bu yüzden bu sistemin doğal elemanları olarak bu insanların cennetle ödüllendirilmeleri haksızlık olarak görülmemelidir.
Kitapların değiştirilmesi bozulması mevzusu
Kur’an’da Tevrat da zikir olarak anılır. Yani ‘’hatırlatma’’ aynı şekilde Kur’an’ın bir adı da zikirdir.
Enbiya 105/ Asra andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, “Yere muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır” diye yazmıştık.
Tevrat’ın hatırlatma kabiliyeti devamlı gönderilen elçilerle ve yeni vahiylerle sağlanmıştır. Biz şöyle inanıyoruz Kur’an geldiği güne kadar dünyanın her tarafına belki her kabileye bir elçi gönderilmiştir. Bir sebeple yani elçilerini öldürmeleri veya insanlar tarafından bir çeşit engellenmeleri sebebiyle elçiden mahrum kalmış insanlar da olabilmiştir. Yani Tevrat’ın ve diğer kitapların bozulmuş olmaları o dönemin insanlarını elçilerden, hatırlatıcılardan mahrum etmemiştir.
Diğer taraftan kitaplardaki bozulma esas uyarıyı da çoğu zaman engellemez. İnsanın fıtratında olana en küçük hatırlatma yetecektir. İnsan fıtratının kabiliyet kudreti, kendisine gelen vahiy kaynaklı olduğu iddia edilen bilginin içinden tevhidi söküp çıkarmaya yeterlidir. Hatırlatma kaynaklarının birilerinin yorumlarıyla bozulması imtihan sisteminin içinde olan, her zaman ve şartta karşılaşılacak bir komplikasyondur.
Bu bugün Kur’an için de geçerlidir. Kur’an’ın gelen kültürle bazı ayetlerinin yanlış anlamlandırıldığı vakidir. Fakat görülmektedir ki tevhid bilincine eren kişiler bunu fark edip aslının peşine düşmektedir.
Kur’an’ın korunmuş olması bozulmamış olmasının delili nedir?
Kur’an’ın korunması konusundaki ayet
Hicr 9/ Şüphesiz o Zikr’i biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.
Bu ayette zikir kelimesi kullanılıyor. Yani bu Kitab’ın uyarıcı/hatırlatıcı mesaj olmasını biz koruyacağız.
Bize Kur’an neyi hatırlatıyor?
-Tevhidi.
Bu mesajı Kur’an’dan alabilmek için Kur’an’ın bir suresi bile yeterlidir. Kur’an ile muhatap olan kişi onda fıtratının yansımasını bulmuş olmalıdır. Kur’an’ın kendisine yanlış anlatılmasını düzeltecek olan bu defa kendi fıtratıdır. İşte devam eden imtihan budur.
Bugün bütün insanlara elçi gelmiş sayılır mı diye sorulursa; Bugün insanlara ulaşacak elçiler inananlardır. Bugün elçi ulaşmayan (yani doğru şekilde anlatılmış Kur’an’ın tevhid anlayışı) insanlar yine bu yüzden elçi ulaşmamış insanlar kategorisinde sayılacaktır.

Şefaatin tümü Allah’ındır, ayeti nasıl anlaşılmalı? Şefaat etmeye mi izin verecek, şefaata (lütfuna) nail olmaya mı?


Kur’an’ın nazil olduğu dönemin arap toplumu çoğunluk olarak Allah’a inanıyordu. Fakat bunun yanında taptıkları putların temsil ettiği, kendilerine göre değerli insanlar ve melekler Allah’ın katında kendilerine şefaat edeceğine inanıyorlardı. Yine bu toplumda hatırlı olmak, hatırı için kapıların açıldığı insan olmak çok önemsenen bir durumdu. Yahudilerin kendilerini Allah katında özel hatır sahibi kullar saymaları, Hristiyanların kendilerine Hz İsa’nın şefaatçi olacağına inançları, şefaat konusunun Kur’an’da birçok defa yer bulmasına sebep olmuştur. Kur’an, bu şefaat konusunu bütünüyle Allah’a has kılan ayetlerle Allah dışında şefaatçi arayışlarına karşı çıkmıştır.
Şefaat ne demektir?

Çifte ve teke (Fecr 3) وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ

Kim güzel bir (işe) destek olursa,( يَشْفَعْ شَفَاعَةً) onun da o işten bir payı olur. Kim kötü bir (işe) destek olursa, onun da o işten bir payı olur. Allâh her şeyi gözetip karşılığını verendir. (Nisa 85)

O’ndan (emir almazdan) önce konuşmazlar, onlar sadece, O’nun emri ile hareket ederler.
Allah, onların( meleklerin) önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (وَلَا يَشْفَعُونَ) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya 27-28)

Fecr 3’te çift olan yani bir şeyin tek olmayıp katlanması anlamında . Nisa 85’te bir işe destek olmak anlamında kullanılıyor. Bir işe verilen katkıyla işin kemale ulaşmasını sağlamak.
Enbiya 28’de meleklerin insanlara destek vermesi. Bir kısım insanların bu dünya hayatında meleklerden yardım aldığını iddia etmesine karşılık melekler ancak Allah’ın izniyle, onun razı olduklarına yardım edebileceklerini bildiriyor.
Bunlar dünyadaki şefaat eylemleri.

Peki hesap günü için Kur’an ne buyuruyor.

Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının.(Bakara 123)
Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir. (Bakara 254)

Bu ayetler hesap gününde hiç kimseden şefaat kabul edilmeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Peki Kur’an’da çelişki olmayacağına göre ‘’şefaat için izin verilenler’’ şeklinde ayetlerde yer bulan ifadeleri nasıl anlayacağız.
Şefaat diye bir gerçek var bu hesap gününde de cari olan bir durum.
Şefaatin işleyişi şöyle olmalı;
İnsanın kazandıklarının aynıyla değil katlanarak hesaba katılması. İnsan kazandıklarıyla kurtuluşa eremeyecekse bir lütfa muhtaçtır. İşte bu lütuf Allah tarafından razı olduğu kişilere verilecek.
Şefaatin, bir şeyin karşılığını fazlasıyla vermek anlamındaki kullanımının Türkçe tam karşılığı ‘’lütuf’’ kelimesi olabilir.
‘’Allah’ın lütfuyla muamele etmesi’’

Şefaati bu anlamda, hesap günü açısından Allah’tan başkası için kullanabilir miyiz?
Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. (Bakara 48)
Kur’an hesap gününü böyle anlatıyor. Böyle bir günde lütfetmek kimin tekelinde olabilir?

De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Zümer 44
---
Şefaate izin verilenler diye tercüme edilen ayetlere örnek,
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.(Taha 109) (Diyanet meali)
Bu tercümede şefaat yerine lütfu koysak
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının lütfu fayda vermez.
Bu anlam Kur’an’ın hesap günü tanımına uyuyor mu? O gün din gününün sahibi dışında lütfetmek kimin hakkı olabilir?
Bu ayetlerde geçen, şefaata malik olmak bölümü bu durumda şöyle anlaşılır. ‘’Allah’ın lütfuyla muamele görme hakkına sahip olmak ‘’ Bu hak da ancak Allah’ın sözünden razı olduğu kişilerindir.
Bu lütfa sahip olanlar ancak Allah’ın razı olduklarıdır.
Bu durumda bu ayetler şöyle anlaşılır
Rahmân’ın katında bir ahit edinen kimseden başkaları, şefaate malik/sahip (Allah’ın lütfuna muhatap) olamazlar. Meryem 87
لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدً

O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna... Taha 109
Yani Allah’ın lütfuyla muamele görmek hakkı ancak Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerindir
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا

Onun huzurunda şefaat fâide vermez, kendisi lehine izin vermiş olduğu kimse müstesna. Nihâyet kalplerinden korku giderilince derler ki: «Rabbiniz ne buyurdu?». «Hakkı buyurdu,» derler. Ve O, çok yüce, çok büyüktür. Sebe 23

Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu (varlık)lar şefaata malik olamazlar ancak bundan hakikate şahitlik yapmış ve (Allah'ın tek ve benzersiz olduğunu) bilenler müstesna. Zuhruf 86
Bu saydığımız ayetlerde şefaat kelimesi hep isim olarak geçmektedir. Yani şefaat etmek fiili yok, ‘’Şefaate malik olmak’’ veya لَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ ‘’şefaat fayda vermez’’
Bu ayette şefaat kelimesi geçmiyor ama konu aynı konu,
‘’O yalvardıkları kişiler de Allah’ın lütfuna muhtaçtır’’
O yakarıp durduklarının kendileri, en çok yakınlık kazanmışları da dahil, Rablerine varmaya vesîle ararlar; O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkulasıdır.(İsra 57)

Bazı ayetlerde geçen ‘’Allah izin vermeden kim şefaat edecek’’ cümlesini, demek ki izin verdikleri var şeklinde anlamak, çok zorlama olduğu açıktır.
Bu söz bir meydan okumadır. Devamlı bize putlar veya Hz İsa veya melekler şefaat edecek diye iddia ortaya atılınca Kur’an bu şekilde meydan okuyor. Allah izin vermeden kim şefaat edebilir ki şefaatin tamamı Allah’a aittir ve o gün kimseden şefaat kabul olunmaz . (Zümer44)(Bakara 48, 123. 254)
Onun katında o izin vermeden kim şefaat edebilir bakara 255
Meleklerin şefaati;
Kur’an’da sadece bir yerde Allah dışındakiler için şefaat etmek fiil olarak geçer.
Allah, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler (desteklemezler) ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya 28)
Bu ayetin öncesinde, melekleri Allah’ın evlatları olarak kabul eden müşriklere uyarı var. Bu ayet ve meleklerin şefaatinden bahseden Necm 26’da da ahiretten, hesap gününden bahsedilmemektedir. Dünya hayatı söz konudur ve meleklerin dünyada yardım edeceği, destekleyeceği kişiler de ancak Allah’ın razı olduğu kişiler olacağı beyan edilmektedir.

Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar. (Necm 26)
Buradaki şefaat; destekleme, yardım etme anlamındadır.
Meleklerin şefaat etmesi, dünyada insanlara yaptıkları destekle ilgili. Nisa 85’te şefaat etmek insanların bir iyiliğe veya kötülüğe destek vermek anlamındaki kullanımı gibi.
Müşrikler dünyada meleklere de dua eder ve onlardan yardım aldıklarını iddia ederlerdi.
Sebe 40-42’de
Allah’ın, onları hep birden toplayacağı, sonra da meleklere, “Bunlar mı size ibadet ediyorlardı?” diyeceği günü bir hatırla!
(Melekler) derler ki: “Seni eksikliklerden uzak tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır, onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere inanıyordu.”
İşte bugün birbirinize ne fayda ne de zarar verebilirsiniz. Zulmedenlere, “Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın” deriz..
------
Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez Müddessir 48
ayetini de şöyle anlıyoruz,
O günün toplumunda şefaatçilik inancı çok yaygın, gerek dünya işleri gerek Allah katında şefaatçiler iddiası için yine meydan okuma var. Şefaatçilerinizin yani desteğini aldığınız güç sahiplerinin bu dünyada size faydası olabilir ama onların hesap günü hükmü yoktur.’’
Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar. (Enam 51)
Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi (شَفِيعٍ ) yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? Secde 4

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 43)

Bu ayetler, Allah dışında, hesap gününde lütuf dağıtan bir mercinin olmadığını çok açık ortaya koyuyor. Bu yüzden ayetleri tercüme ederken bu mana esas alınmak zorundadır aksi halde Kur’an’da çelişki var demek olur.
Eğer şefaat konusunda kültürden gelen yanlış anlama olmasa ayetleri anlamak zor olmayacaktı.
Şefaat konusundaki hadis rivayetleri de daha çok zayıf hadis şeklindedir. Buhari ve Müslim’de de geçen Hz. Enes ve Ebu Hureyre hadislerinin içerik açısından sıkıntılı rivayetler oldukları açıktır.
Bu şefaat konusu ashab tarafından bugün anlaşıldığı gibi anlaşılmış olsaydı birçok ashabın ağzından bu şekilde dua ve şefaat talebi rivayetleri olmalı değil miydi? Mesela Hz Ebu Bekir veya Hz Ömer, bunların ağzından Resulullah’ın şefaatına bizi nail eyle diye bir dua rivayeti yoktur. Bugün her duada ihmal edilmeyen bu talep, ashabın dilinde çok yaygın olarak kullanılmış olması gerekmiyor muydu?

15 Ekim 2018 Pazartesi

Artan Tehdit Olarak Gelenekçilik ve Kurtuluş Olarak Sahih İslam


Türkiye dindarları, İslam’ı anlama ve tanımlama açısından ciddi bir yol ayrımına geldi. Bu ayrım geleneği sorgulamadan her şeyiyle kutsayanlar ile İslam’a sonradan girmiş eklemeleri ve tevhide aykırı akideleri sıhhat testine tabi tutmak isteyenler arasında olmaktadır.
   Zaman içerisinde İslam’a  sünnet,  evliya sözleri,  büyük alimlerin uygulamaları adı altında giren ama sahih sünnet ve Kur'an'da karşılığı olmayan eklemeler, kaynaklar esas alınarak ayıklanmaz ve hurafeler sorgulanıp dini hayattan çıkarılmaz ise dindarlık arttıkça Türkiye de Afganistan gibi Taliban benzeri bir tehditle karşı karşıya gelecektir.
Birçok açıdan bunu ortaya koyabiliriz ama en basit örnekle çöl ikliminin kıyafeti olan sarık sarmayı Türkiye'de din olarak yaşamaya çalışan cemaatleri eğer bu toplum normal karşılar siyasi irade de bunu dindarlık olarak görüp bu yapıları merkezde değerlendirirse bu din anlayışındaki Türkiye'yi ne islam ülkeleri ne de dünya ciddiye alır. Suudi bir arabın fistan giymesi kendi geleneksel kıyafeti olduğu için böyle değerlendirilmiyor olabilir.  Sarık başka bir milletin başka bir coğrafyanın anlamsız taklididir. Bu gibi uygulamalar din olarak uygulandığında İslam’ı ve Ülke’yi perdelemektedir
Bununla beraber Sahih İslam anlayışı Türkiye’de hızla yaygınlaşmaktadır. Geçmiş gibi değerlendirmemek gerekir sosyal medyanın, iletişimin bu derece arttığı günümüzde mantıklı olan, akla yakın olan çok hızlı şekilde yayılacaktır. İnsanlara İslamın esas kaynağı olan Kur’an ve onun sınırları içerisindeki Sünnet şeklinde sunulan ve insanı kişilere sorgusuz bağımlılıktan kurtaran din anlayışı çok hızlı şekilde insanları dine yaklaştırmaktadır. Bu din anlayışı taklidî olmadığı, kişilerin kendi zinde inançları olduğu için bunun yayılmasına da içtenlikle gayret emektedirler.
Bugün laik kesimin okur-yazarları arasında da yaygın şekilde ilgi gören bu islam anlayışı yaşam tarzı olmasa da  itikad açısından bu kesimde de etkili olmaktadır. Bununla beraber bir çevre tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Bunlar liderlerine ve üst kadrolarına büyük itibar ve  dokunulmazlık kazandıran geleneksel din anlayışı (şefaatçilik, evliyalık, keramet) üzerine kurulmuş müesseseler ve onların dini duygularını istismar ettikleri saf insanlar.  

Ak Parti ilk iktidara geldiği dönemde gerek teorisyenleri gerek kadroları açısından hurafecilikten uzak bir tarzı ortaya koyuyordu. Gerek ilk hükümetlerinde bakanlık yapan Prof Mehmet S. Aydın, Prof Mustafa Yazıcıoğlu, Diyanet İşl Bşk Prof Ali Bardakoğlu bu anlayışın temsilcileri olmaları, gerek ortaya konulan kuşatıcı, dışlamayan, özgürlükçü din anlayışı bunun ifadesiydi . Dönemin güç sahipleri, bu iktidara ideolojik olarak tepkili olsa da, ülkenin özgürlükçüleri, vicdanlıları ve kalkınmacıları Ak Parti’nin bu vizyonunu ülkenin düştüğü bataktan kurtulması için fırsat görüyorlardı.
Bugün Ak Parti hâlâ Türkiye’nin kalkınması ve bağımsızlaşması için tek alternatif siyasi hareket olmaya devam etmektedir. Bununla beraber ülke belli bir rahatlık seviyesine kavuştuğu için artık Ak Parti iktdarını taşımak istemeyen, din konusunda rezervleri olan eski kafalı bir kadro devlette varlığını devam ettirmektedir ve 15 Temmuz’dan sonra ağırlıkları artmaktadır. Bu kadronun anti demokratik bir müdahale ile iktidarı yıkmak için bir araya gelmelerini sağlayacak bir motivasyon henüz oluşmamıştır. Fakat islamın hurafeci, dünya gerçeklerine ters düşen yorumu bu toplumda ağırlık kazanmaya başlarsa bu kadrolar için yeni bir motivasyon olacaktır.  Halkı da bir darbeye razı etmenin son çaresi olarak iktidarın taliban kafalıların eline geçeceği korkusunu salmak olacaktır. Kadrolarının ellerinden alınmasına ve farklı düşünen hocalara karşı gösterdikleri anormal tepki bu konuda bir altyapının oluşmaya başladığını göstermektedir.                                                                                        
Bu yüzden servisler Türkiye'de yeni bir darbenin altyapısını oluşturabilmek için hurafeci yapıların yaygınlaşmasını ve seslerinin daha çok çıkmasını sağlayacak müdahaleler yapmaya başlamış durumdadır. Bunu Pakistan’da Afganistan’da yaptılar, bizdeki gelenekçilerin kullandığı şiddet diline bakılırsa bu bizde de zor olmayacaktır.
Son zamanlarda Hükümetin reel politik gereği atmak zorunda olduğu bazı adımlara karşı dini referanslar gösterilerek yapılan eleştirilerin dozu gitgide artmaktadır ve tabanda yankı bulmaya başlamıştır. Bu tahammülsüz, şekilci, kalıpçı  din anlayışının bir tezahürü olarak gelişmektedir.
Ak Parti’nin kendi iktidarının selameti ve Türkiye’nin lider ülke olmasını sağlamasının en temel şartı Sahih İslam anlayışının sıkı bir bağlısı ve takipçisi olmasıdır.
Sahih İslam’ı hangi islam ülkesi, vitrinine koyabilirse İslam’ın dünyada itibar görmesini sağlayacak ve İslam dünyasının da lideri olacaktır. İslam kimsenin tekelinde değildir. Din bir hidayet konusudur ilerleyen zamanda bu itibarın sahibi belki başka bir islam ülkesi veya bugün henüz islamla müşerref olmamış bir ülke de olabilir.
“Eğer yüz çevirirseniz; bilin ki ben, benimle gönderileni size tebliğ ettim. Rabbim (dilerse) sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir ve siz O’na bir zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.”(Hud 57)


12 Ekim 2018 Cuma

Bağımsız olmanın şartı olarak yeni yerli bağımsız sermayenin oluşturulması


Türkiye gibi bağımsızlığını anlaşmalarla kazanmış ülkeler hiçbir alanda kendi başlarına bırakılmamıştır. Bu işin tabiatı gereğidir. Galip devletler güçleri yettiği halde bir ülkeden çekilirse aslında o ülkeden çekilmemişlerdir. Bunu anlamak için dahi olmaya gerek yok.
Konumuz ekonomi olduğu için bu yazıda sadece o alanı anlamaya çalışacağız.

  Osmanlı’da tüccar kesim ağırlıklı olarak gayri müslimlerden oluşmaktaydı. Meslek erbabı da genelde onlardandı. Türk heyetinin beklemediği şekilde Lozan’da mübadele konusu masaya getirildi ve Balkanlarda toprak ağası ama okumamış Türkler ile Anadolu’daki sermaye sahibi ve meslek erbabı gayri müslimler mübadele edildi. Türkler tarlalarını getiremedi ama gayri müslimler mesleki birikimlerini ve sermayelerini alıp gittiler. Neticede Türkiye’de iş yapacak insan sıkıntısı başladı.
Devlet bunu çözmek için yeni zenginler oluşturmak durumundaydı ve o günün siyasi alanda öne çıkanları ve yüksek bürokratları batıya dönük insanlardı. Bir çoğu localara bağlıydı, Osmanlı’dan kalma okumuş ve sermaye sahibi  kripto yahudiler vardı ve İslam dinini her türlü geri kalmışlığın tek sebebi gören ‘’laikçi’’ batı hayranı, okumuş bir kitle vardı. İşte bu siyasi ve bürokratik güç, bir iki istisna dışında devlet eliyle sadece kendilerine yakın insanları zenginleştirdi. 20 yıl öncesine kadar  zengin aileleri herkes bilirdi, sektörler paylaşılmıştı aralarına girmeye kalkan Anadolu sermayesi hemen çökertilirdi. Kimseye imkan tanınmazdı. Bu sermaye sahipleri  kendilerine paravan birkaç zengin daha çıkartmıştı bunlara da medya verildi. Bu zenginlerin şirketleri yeni bir marka yerine hep dışarıdaki şirketlerin distribütörlüğüne razı oldular. İçeride üretseler bile bunu dışarıdaki markalar adına yaptılar. Bu distribütörlük anlaşmaları bu şirketlerin elini kolunu bağladı yeni bir marka çıkartmak bu şirketler için gündem dışında kaldı. Neden yerli otomobile devlet desteği vadedildiği halde bu büyük holdingler giremedi. Babayiğit aranıyor sözü neden söylenmek zorunda kalındı. Herkes biliyor ki bu ülkede yerli otomobil üretilse yok satacaktır ama büyük firmalar buna yanaşamadı. Çünkü belki yüzyıllık distribütörlük anlaşmaları bu sermayeleri bu alana girmekten alıkoydu. Peki bu ülkede teknolojik  gelişme, sanayinin gelişmesi ve markalaşması hangi sermaye ile olacaktı?
Bu durumda hem anlaşmalarla bağlı olmayan, hem halkın kültürü ve diniyle barışık bir sermaye zorunluluğu ülkenin kalkınması için şart olarak görülmekteydi.
Bağımsız devletin iki ayağı vardır, biri bağımsız yerli anlayışa sahip bürokrasi diğeri yerli bağımsız sermaye. Bunun ilk bölümü yani bürokrasi ayağı geçtiğimiz 16 yılda büyük oranda çözüldü. (kalitesini konuşmuyoruz o ayrı bir bahis) Bürokrasiyi yerlileştirmek zorlu bir süreç oldu, bunun için aynı güçlerin daha önce dindarları bölmek için koruyup kolladığı Fetö yapılanması kullanılmak zorunda kalındı. Bu konuya şu yazıda değinmiştik.

İkinci ayağı olan yeni bağımsız yerli sermaye oluşturmak hedefi de yeterli olmasa da belli oranda yapılabildi. Tabi fetöyü kullanmak nasıl bazı komplikasyonlara sebep olduysa yeni sermayenin oluşturulmasında da beklenen sorunlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bürokrasi ıslah edilirken adil görülmeyen bazı uygulamalar yapılması nasıl zorunlu idiyse sermaye konusunda da bunlar oldu. Büyük ihalelere eski holdingler dahil edilmedi bu holdingler de buna tevessül etmedi çünkü devletle iş yapmanın ne demek olduğunu iyi biliyorlardı. Zaten eşit bir ihale ortamı sağlansa Türkiye’de bütün işleri eski holdingler alırdı, hiçbir yeni şirket onlarla rekabet edemezdi.
Bağımsız sermaye çok mu önemliydi?
Evet mesela medya bu sermayenin kontrolü altındaydı. Aydın Doğan, Erol Aksoy, Dinç Bilgin bunlar bir anda zenginleştirilmiş medyaya hakim kılınmış isimlerdi. Atv Sabah grubu tek başına Dinç Bilgin’in elindeydi. Dinç Bilgin’in  ne müteahitlikten ne sanayiden hiçbir geliri yoktu ama devletten ve sermayeden nasıl bir destek alıyor idiyse, bu medya grubunu rahatlıkla çekip çeviriyordu. Yeni dönemde Atv Sabah grubu önce Çalık grubuna satılmış, grup bir süre sonra yükü taşıyamadığı için devretmek istemiş onun yerine ancak beş büyük şirkete bu yük verilmiş onlar da bunun ağır bir yük olduğunu her yerde gündeme getirmişlerdir. Eskiden hiçbir işi olmayan bir kişi tek başına büyük bir medya grubunu idare edebiliyordu şimdi bütün büyük ihalelerde ortak olan 5 grup aynı medya grubunu ayakta tutmakta zorlanıyor demek ki eski dönemdeki gibi bunlara teşvik, fatura ve hayali ihracat gibi havadan paralar verilmiyor. Aydın Doğan’a Dış Bank 17 milyon dolara İş Bankası kredisiyle verilmiş yine düşük bir bedelle Petrol Ofisi verilmiş bu iki şirketi Aydın Doğan birkaç yıl sonra 3.5 Milyar dolara son yıllarda da elindeki diğer medya şirketlerini de beraber toplam 5.2 Milyar dolara satmıştır. Yeni dönemde destek gördüğü bilinen, birçok ihale bitiren  bu 5 grubun toplam değeri halen 5.2  milyar dolar değildir. Düşünelim önceki dönemde Aydın Doğan grubu, bir banka müdürüyken medya banka sahibi olan Erol Aksoy hangi inşaat veya sanayi yatırımıyla zenginleşmişti. Bu isimler o dönemin çok zengin ve en etkili isimleriydi. Yine bir başka banka ve medya sahibi isim Mehmet Emin Karamehmet, bunlardan farklı olarak aileden varlıklı biriydi ama ciddi hiçbir sanayi tesisi olmadığı halde Türkiye’nin o dönemde en zengini olmuş, tekel haline getirilen Türkcell ile dünya zenginler listesinde 29. sıraya çıkmıştı. Bahsettiğimiz gibi diğer büyük sermaye grupları da kripto yahudilerden ve  distribütörlük anlaşmalarıyla yatırım alanları kısıtlanmış şirketlerden oluşuyordu.
Bu düzende yerli bağımsız sermaye oluşturulmadan ülkenin bağımsızlığa kavuşması, teknoloji ve sanayi açısından gelişmesi mümkün olmayacaktı. Yeni sermayenin oluşması için yatırımlarda yeni gruplar tercih edildi bu süreç tabii ki bir kısım girişimci  ve bürokrat tarafından istismar edildi. Yine fetönün bu süreçte her alanda büyük pasta kapmak için bürokratları bazen tehditle bazen dini duygularını istismar etmek  yoluyla kullandığı ve yozlaşmayı hızlandırdığı da bir gerçektir.
Türkiye’nin eski düzenden kurtulması için yaşanması gereken bu süreçte doğal olarak en çok inşaat yatırımları yer tuttu. Özel sektör bir taraftan üretime yöneldi fakat marka üretmekten çok yan sanayi, avrupa sanayisine fason üretim şeklinde gelişti. Türkiye’de ihracatın 2002’de 36 milyar dolarken şimdi 160 milyar dolar olması ülkede ciddi bir üretimin de yapıldığı anlamına gelir. Dünyada sanayi üretiminde yatırımların uzakdoğuya kaydığı dönemi de yaşadığımızı unutmayalım. Euro bölgesinin dünya ihracatındaki payı 1999 yılında %39.3 iken 2015’te bu oran 25.6’ya düştü. Çin’in aynı oranları 3.1’den 11.6’ya çıktı.
Bununla beraber Türkiye eğer kendi markalarını üreten bir sanayi ülkesi olmuş olsaydı ve ihracatı buna dayalı olsaydı,  yapılan son ekonomik operasyonda ekonomik olarak tamamen çökertilebilirdi. Sanayi ülkesi olmak sadece üretmekle değil dünya piyasasında bunu devamlı satabileceğiniz piyasaya da bir siyasi güçle hakim olmanızı gerektirir. Aksi halde en küçük ambargo operasyonunda firmalarınız çöker.
Türkiye ABD’nin bir eyaleti gibi çalışan bir Güney Kore değildir. Güçlenmesini tehdit olarak gören dünyanın en güçlü ülkeleriyle örtülü bir savaş sürdürmektedir. Bu durumdayken hakim olmadığınız pazarlar olmadan batı ülkelerine mal satarak kuracağınız sanayii en büyük zaafınız olurdu.

Türkiye yaşanması gereken süreçleri bazı yol kazalarıyla beraber bugüne kadar iyi bir şekilde getirmiştir. Nasıl fetö yapılanmasından kurtulmak için 15 Temmuz darbe girişimi Allah’ın bir lütfu olduysa. Şımaran yeni sermayenin , israf eden devletin, yozlaşan bürokrasinin, yerli tüketim hassasiyetini anlamamış halkın uyanması, terbiye olması için bu son döviz operasyonu da Allah’ın bir lütfu olmuştur.
Yaşamak zorunda olduğumuz bu süreçlerden sonra şimdi; dünyada yeni, gerçekten hakim olabileceğimiz pazarlar edinmek, yeni sermaye sahiplerini üretime, ihracata yönlendirmek, halkın yerli tüketim bilincini diri tutmak ve yozlaşan bürokraside liyakati esas almak suretiyle yolumuza devam etmeliyiz.

11 Ekim 2018 Perşembe

Şeytan Havva'yı değil Adem ve Havva'yı birlikte iğva etti

Müslümanlar neden rivayetleri ihtiyatla karşılayıp Kur'an'ı esas almalıdır.
Bununla ilgili örnekler serisi
Örnek 6:
Adem ve Eşinin cennette yasak meyveden yemeleri konusunda, rivayetler ile oluşan kültüre göre kadın ilk kandırılandır. Erkeği günaha sürükleyen kadındır fikri bu rivayetler yoluyla bilinçlere kazınmıştır.
Halbuki Kur’an, bu konuda da Tevrat kültürüne ve rivayet kültürüne terstir
“Eğer Havva olmasaydı hiçbir kadın kocasına ihanet etmezdi” (Buhari, Enbiyâ; 1; Müslim, Radâ, 62 (1470)
Bu hadis, Havva’nın eşi Âdem’e yasak meyveyi yemesi için teşvikte bulunması ve onu kandırması olduğunu şeklinde yorumlanmış ve Tevrat’tan gelen kültürle beraber Kur’an’da açıkça farklı geçtiği halde İslam kültürüne de böyle yerleşmiştir.
Tevrat’ın Yaratılış (Tekvîn) 3. Bölüm
13 RAB Tanrı kadına, “Nedir bu yaptığın?” diye sordu. Kadın, “Yılan beni aldattı, o yüzden yedim” diye karşılık verdi.
16 RAB Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, Seni o yönetecek.”
17 RAB Tanrı Âdem’e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için Toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Kur’an’da bu konudaki ayetlerde geçen bütün fiiller, arapçada tesniye denilen iki kişiyi ifade eden kalıpta gelmiştir.
Taha Suresi
120- Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”
121- Bunun üzerine o ikisi, o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.
Araf Suresi
19-“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”
20-Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için o ikisine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz siz ikinize bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.”
21- “Şüphesiz ben siz ikinize öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti.
22-Bu sûretle o ikisini kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan ikisi tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri o ikisine, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

2 Ekim 2018 Salı

Kağıt paranın serüveni ve McKinsey konusu

Kâğıt para ilk kez 7. yüzyılda Çin’de kullanıldı. Madeni paraları yanlarında taşımaktan kurtulmak isteyenler bunları güvenilir kişilere emanet bırakıyorlar karşılığında senet alıyorlardı bir süre sonra bunlar ciro edilerek başkalarına verilmeye başlanınca el değiştiren bir çeşit para kullanıma sokulmuş oldu. O dönemde kağıt para madeni paranın karşılığıydı.
Daha sonra hükümet bu işi tekeline aldı ve tüccarlara devlet garantisinde kağıt para verdi. Venedikli tüccarlar eliyle bu sistem avrupaya taşındı 14. yy’da İtalyan bankaları madeni paralar karşılığında kağıtlar 'Nota di Banco' vermeye başladı (banka notu, banknot) böylece Avrupa'da banknot kullanıma girmiş oldu.
Daha sonra 1600’lü yıllarda merkez bankaları kuruldu altın karşılığı para basma dönemi başladı. 1. Dünya Savaşına kadar paranın altın karşılığı basılmasına bütün devletler uydu fakat savaştan bir müddet sonra buna bağlı kalan tek para ABD Doları oldu. Böylece Dolar dünya parası konumuna geldi.
Ülkeler artık altın rezervi yanında dolar rezervine de gitmeye başladı.
Vietnam Savaşı sürecinde ABD mali sıkıntılar yaşamaya başlayınca, 1971 yılında doların altın karşılığı olarak basılması ilkesini terk etti böylece dünyada yeni bir dönem başlamış oldu ve dünyada bütün paralar karşılıksız kaldı.
Bu özeti yapmamın sebebi bu serüvende dikkat çekmek istediğim nokta; paranın kağıt üzerindeki değerini belirleyen şey aslında arkasındaki güç olduğudur. Çin’den başlayan süreçte kağıt para aslında kefil olmak anlamında yürümüş. Kefaletine güvenilen kişiden, kurumdan beklenen, verdiği garantiyi gerektiğinde yerine getirebilecek güce sahip olan kişidir veya kurumdur. Peki bu kurumlar verdikleri garantiyi yerine getirmişler mi? Hayır.
Şöyle ki
Kağıt para ilk önce madeni para karşılığıydı yani bir devletin değerini belirlediği sabit bir değer karşılığıydı. Sonra altın karşılığı yapıldı, altın değeri değişen bir metaydı yani bol çıkarıldığında, veya bir şekilde fiyatı düşürülebilen bir şeye karşılık kağıt para basılmaya başlanmış oldu. Sonra bu para insanların cebindeyken kağıt paranın sahibi devlet artık bunu altın karşılığı basmamaya başladı. En son Dolar, ülkelerin rezervlerinde biriktirdikleri altın karşılığı olan bir parayken 1971’de ABD kimseye sormadan artık altın karşılığı zorunluluğunu kaldırdı ve dünya buna bir şey diyemedi.
Bu şu demekti paranın sahipleri insanları aldatıyordu, güçlerini kullanarak insanları bir şeye mecbur ediyordu. İnsanların buna karşı bir şey yapacak durumları yoktu çünkü paranın serüvenini hep alışkanlıklar, konjonktür ve mecburiyetler belirledi. Gelinen noktada paranın değerini yine gücü elinde tutanlar belirliyor.
Bugün bir ülkenin parasının değerini %70 oranında ülkenin genel olarak girdisi-çıktısı, borcu-alacağı belirliyor %30’nu da spekülasyon, manipülasyon ve o ülkenin dünyaya verdiği umut belirliyor. Yani algı. Algıyı kim yönetebilir? Dünya medyasına, istihbaratına hakim olanlar.
Paranın serüveninde hep bir açık kapı var oldu ve o kapıdan gücü elinde bulunduranlar insanları sömürdü. Fakat dünya ticaretine ortak olabilmek için herkes bu çarkın içerisinde yerini almak zorunda kaldı ve kalmak zorunda, işin kurallarına göre dünyadan payınızı almak zorundasınız. Ve paranın serüveninde devamlı bir değişim var ve güç sahipleri yeni yeni kapılar açarak dünyayı sömürmenin yolları buluyorlar. Kabul edin etmeyin artık paraların değerlerinin belirlenmesinde dünyada belli ofislerin payı çok büyük yer tutmaya başladı. Bu düzen böyle çok gitmez elbette ama durum şu anda bu.
Kur’an-ı Kerim’e göre insan taşıyamayacağı yükten mesul değildir. Düzeni siz belirleyene kadar oyunu kurallarına göre oynamakla mükellefsiniz. Gücü elinde tutanlar hakkınızda algı oluşturmaya çalışacaklar siz de onların kurallarıyla buna engel olmaya çalışacaksınız. Ekonominin %30’u zaten algıyla belirleniyor hiç değilse reel ekonominizi algı operasyonlarından işin kuralına göre koruyarak doğru şekilde dünyaya yansıtmalısınız.
Bugün ülke ekonomisinde sır diye bir şey olamayacağını herkes kabul eder ekonominizi gizli gibi göstermek ancak spekülatörlerin işine yarar.
Kurt dumanlı havayı sever.
Türkiye ekonomisinin borçluluk ve mali dengeler açısından kötü durumda olmamasına rağmen kolay operasyon yemesine şahit olduk. Bunu engelleyecek her argüman kullanılmalıdır.
Bu bugün McKinsey ''aparatıyla'' olacaksa bunu kullanmak işin kuralı gereğidir.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...