21 Aralık 2021 Salı

Kur Atağı Ve Müdahale

 

Muhalifler kuru dengelemek için getirilen sisteme bir kulp takmak için bu gizli faiz artırımıdır diye yine boş bir laf üretti, bu doğru değil.

Neden değil?

 

Hükümetin uygulayacağı sistem kendi kendini koruyan bir sistem.

 

 Döviz mevduatını bozup TL’ye geçenlerin döviz artışı olursa zararını hazine karşılayacak. Eğer mavduat sahipleri bu çağrıya uyar da TL’ye geçerse zaten döviz düşecek bunun olacağı  bu akşamki hareketten  anlaşıldı. Dolayısıyla hazine bir yük yüklenmemiş olacak.

Eğer bu çağrıya uyan olmasa yani dövizini bozan olmazsa zaten hazineye bir yük binmemiş olacaktır.  

 

 Yani bu sistem otomatikman bütün mevduatı Merkez Bankasının rezervi gibi görev yapan bir garanti haline getirdi. 

 

Neden bu karar şimdi alındının izahı şudur;

 

Cumhurbaşkanının  dediği gibi bu bir kurtuluş savaşı. Yani tehdit tanımlanacak, gayesi tespit edilecek, çapı ölçülecek, işbirlikçiler ifşa edilecek ve bertaraf edilecek.

 

Kur atağının bir tarafında  dünyada bollaşan nakitin yüksek kazanç için spekülatif hareket yapabilecek ortam araması vardı.  Olayın bir tarafında  panikletilen, ümitsizliğe sürüklenen halkın paniklemesi vardı.  Diğer tarafta hükümeti düşürmek için bu durumun muhalefet tarafından hoyratça kullanılması. Son aşamada topa TÜSİAD’ın girmesi.

 

Kur atağı kasım ayında başladı. Öncesindeki kur artışı hükümetin öngördüğü, yeni programının gerektirdiği artıştı.

 

Kasımdan sonra yukarıda bahsettiğimiz taraflar birbirini tetikleye tetikleye olaya girdi. Hükümet de her aşamada gelişmelere göre tedbirler almaya çalıştı.

Hükümetin hedefi Politika Faizini diğer ülkeler gibi enflasyonun en azından üçte ikisine düşürmekti. Bu hedef, spekülatörler tarafından kullanıldı.

 

Çünkü içerideki hava buna müsaitti.

 

Borsada spekülasyon yapmak için bir hikaye lazımdır. Türkiye’de bu konudaki hikaye, ‘’faizin sebep mi sonuç mu’’  olduğu tartışmasıydı.

Bu tartışma  piyasayı kışkırtmak için kullanılabilirdi,  bunu görenler bunu tepe tepe kullanmaya başladı, ardından muhalefetin yaygarası ve halkın paniklemesi geldi. Bu da beklenen durumdu. Dövize talep artırdıkça kârları yükselecekti. Aynı spekülasyon ekibi Borsayı son günlerde aşağı çekme hamlesi yaptı. Amaçları şişen dövizden çıkıp düşük fiyattaki borsaya girmekti.  

 

Hükümetin uygulamaya karar verdiği sistemin benzerleri son haftada konuşuluyordu.

Ben de TL mevduatına geçenlere döviz senedi verilsin belli tarih sonunda isterse dövizin o andaki kurundan TL’sini alsın çıksın şeklinde bir uygulama yapılabilir diyordum çevreme.

 

 Kurun beklenmeyen atağı şurada kırk günlük bir hadisedir.

Bu atak önce geçici mi, devam edecek bir şey mi olduğu gözlendi.

Ardından Merkez Bankası görevini yaparak müdahalelerini yaptı, kur atağı tsunami gibi birbirini tetikleyen bir olaylar silsilesine dönüşmeye başlaması son hamlenin yapılmasına kadar işi getirdi. Bu hamle bir hafta gecikmeyle geldi denebilir.

Ben burada yine Allah’ın bir  lütfunu görüyorum.

Bu arada TÜSİAD tezgaha düştü. Bu krizin kazancı da bu oldu. O bir haftanın getirisi de bu ve Merkez Bankasının yüksek fiyattan dolar satması ve kâr etmesi oldu.

 

 

5 Aralık 2021 Pazar

Güney Kore Ekonomi Modeli ve Üretim ve İhracat için Yapılanlar

 Güney Kore Modeli Ekonomi

Türkiye sadece halkı rahat yaşasın diye değil, bu topraklarda kalabilmek için ve bağımsızlığını koruyabilmek için çok daha fazla zenginleşmeli ve savunma alanında güçlenmelidir.
Bu hayati bir zorunluluktur. Biz Endonezya, Malezya veya Brezilya değiliz. Biz dünyanın bir kenarında değiliz. Biz geçmişte ülkelere hükmetmiş devletlerin devamıyız. İnsanların rövanş almak istediği, güçlenmesinden korktuğu bir ülkeyiz.
Biz bu yüzden kalkınmayı belli aşamaları geçerek yapmak durumundaydık. Bu yüzden süreç şöyle yaşandı;
Öncelikle halkımız fukaralıktan kurtulup yeniden özgüvenini kazanmalıydı, zenginlik tabana yayılmalıydı.
Özal döneminde başlayan 90’larda kesintiye uğrasa da 2002 sonrası ilk dönemde bu önemli oranda sağlandı. Bu dönemde Türkiye zenginleşti, dünyaya açıldı, birçok ülkeye TİKA gibi kuruluşlarla ve özel yardım dernekleriyle el uzatıldı, ilişkiler geliştirdi. Ülkelerle olan ilişkilerde o ülkelerin halkı esas alındı, demokrasiden yana tavır alındı.
Bu dönemde alt yapı tamamlanmaya çalışıldı, halk hizmetle tanıştı öğretilmiş çaresizlik psikolojisinden kurtuldu, hizmet talep eden, hak arayan, tüketmeyi, tatile zaman ayırmayı öğrenen, zenginleşmeyi kendine yakıştıran bir halk haline dönüştü.
2002 sonrası ilk on yıl bu kazanımlarla geçti. İkinci dönem devleti saran vesayet odaklarıyla, başına bela olan örgütlerle, yapılarla mücadele dönemi oldu. Bu süreç ayaklanma girişimleri, seri terör saldırıları, darbe girişimleri ve bu örgütleri destekleyen yabancı güçlerin kozlarını sırayla devreye sokmaları ve bunlarla mücadele, bedel ödeme ve bu saldırılara karşı şerbetlenme dönemi olarak geçti ki bu da büyüyecek bir ülke için gerekli bir kazanımdı.
Şimdi üçüncü döneme geçtik.
Bütün bu kazanımlar; alt yapı, dışarıda bağlantı kurulan ülkeler, bize minnet borcu oluşan ülkeler, bize ihtiyacı olan ülkeler, bizim kuracağımız dengeyi dikkate alan ülkeler, dünyanın yeni derdi göçmenler konusunda bizim ağzımıza bakan ülkeler, güvenlikleri için el uzattığımız ülkeler ile beraber yol yürümeye başladığımız dönem başladı.
Çünkü sadece üreten ülke olmanız yetmiyor. İstikrarlı müşterileriniz olmalı, bir sebeple bir taraf size ambargo uyguladığında alternatif pazarlara, sizin sözünüzün geçtiği pazarlara sahip olmalısınız.
Turizm geliri gibi alternatif bir geliriniz olmalı bunu geliştirmiş olmalıydınız.
Dışarıda iş yapan, yatırım yapan bir sektörde söz sahibi olmalıydınız biz bunu ihaleler aldıkları ülkelerde etkili olma kapasitesine ulaşmış büyük inşaat firmalarıyla sağladık.
Güçlü operasyon kapasitesi olduğunu ispatlamış bir istihbarat teşkilatınız olmalıydı, bunu sağladık.
Dışarıda operasyon kapasitesine sahip, gerektiğinde Katar’da, Libya’da olduğu gibi menfaatlerinizi koruyacak bir silahlı kuvvetleriniz olması gerekiyordu, bunu sağladık.
Bütün bunlarla beraber Pandemi sonrası dünyada yaşanan gelişmelerle Çin’in tekelleşmesine karşı Avrupa’nın ve ABD’nin Çin’in firenlenmesi politikaları geliştirmek zorunda kalmaları bizim hedeflerimize ulaşmamızı hızlandırdı.
Bu günlerde ekonomide Çin, Güney Kore modeli olarak tarif edilen üretim ve ihracata dayalı modele oturan ekonomimiz bütün bu süreçle temellendirildi.
İhracat yapacak fabrikalar için yollara, enerji için barajlara nasıl para harcandıysa vesayet odaklarını tasfiye ederken de bir bedel ödendi, para harcandı veya bu bedel paranın değeri düşerek yaşandı.
Üretim ve ihracat yapacak olan ülke, rakiplerinin at koşturduğu bir ülke olamaz. Almanya’nın ABD’nin direkt emrinde olan fetöcü ve Nato emrindeki vesayet görevlisi generaller işbaşındayken siz sanayi ülkeleriyle rekabet edemezdiniz. Bu tasfiye süreçlerinin bir bedeli olacaktı onu da ödedik.
Gelelim ekonomimizin Güney Kore veya Çin modeli ile benzerliklerine.
Sanayi devrimini İngiltere 150, ABD 100, Japonya 75 yılda Güney Kore 40 yılda gerçekleştirdiği söylenir.
Literatürde Güney Kore’nin kalkınma mucizesi üçüncü kuşak sanayi devrimi olarak adlandırılır. Biz bunların hepsinin kaçırdık.
Çin otoriter bir ülkeydi, halkı çok düşük gelirle yaşamaya alışmış ama çalışkan bir halka sahipti. Çin daha çok yabancı sermayenin gelmesi ve ucuz işgücüyle bunu başardı.
Biz daha çok Güney Kore benzeri bir gelişme yaşıyoruz. G. Kore’ye baktığımızda onlar Çin gibi diktatörlükle idare edilmiyor olsalar da rekabet için gerekenleri yaptıklarını görüyoruz.
G. Kore sanayileşmeye başladığı dönemde işçilerin çalışma saatleri çok uzun ve çalışma koşulları çok ağırdır, ayrıca sendikalara üye olmaları 1971 yılında yasaklanmıştır. Bazı uzmanlara göre, Güney Kore’nin 1970’ler ve 1980’lerdeki hızlı endüstriyel gelişimi ücretlere uygulanan baskılara dayandırılmaktadır.
Enflasyon 1975’te %25,3’e çıktıktan sonra kısmen düzelse de 1980’de %28,9 ile yeni bir rekor kırmıştır.
Güney Kore dış rekabet gücünü koruyabilmek için aynı zamanda devalüasyonlara da başvurmuştur. Won’un değeri 1970-1974 yılları arasında yapılan devalüasyonlarla %60 oranında düşürüldükten sonra 1974-1979 yıllarında sabit tutmuştur. 1960- 1980 yıllarında Won yaklaşık olarak on kat değer kaybetmiştir.
İhracata dönük büyüme stratejisi firmaların ürünlerini dış piyasada pazarlamaya başlamalarına neden olmuştur. Örneğin, 1980 yılına kadar iç piyasada renkli televizyon satışı yasaklandığından üretici firmalar ürünlerini dış piyasaya satmak zorunda kalmıştır.
Görüldüğü gibi üretim üssü olmak için rekabetçi kur ve ucuz işgücü şarttır. Biz bunu Çin gibi diktatörlükle veya G. Kore gibi sendikaları yasaklamakla yapamayız. Bizim halkımızın yükselen tüketim alışkanlıkları da bizi zorlamaktadır.
Bu yüzden bu rekabeti sağlamanın tek yolu olarak kurun yükselmesini fırsata çevirmek kalıyor. Hem israfa kaçan lüks tüketim alışkanlıklarının dizginlenmesinde hem işgücünün rekabetçi olmasını sağlamakta kurun yükselmesi bizim üretim üssü olmamıza hizmet edecektir.
Bu çok konforlu bir şey değil ama bütün sanayileşen ülkeler bu süreci yaşamış.
Bizim zenginleşmemiz ve güçlenmemiz sadece konforumuz için değil bağımsızlığımız ve güvenliğimiz için de zorunludur, bunu unutmayalım.
Bazı ekonomistler Çin gibi kalkınmayı istemiyoruz, ben çocuğumun fabrikada işçi olmasını istemiyorum diyerek karşı çıkıyor. Aynı kişiler halk aç, işsiz diye de şikayette bulunuyor. Halkımızın gerçekten çok çalışkan bir halk olmadığını biliyoruz. Almanya nüfusunun %25’i bugün göçmenlerden oluşuyor. Türkiye’nin de bu yolu kullanmak zorunda kalacağı da görülüyor.
Neticede Türkiye istikrarı sağladığı, bağımsızlığını koruduğu sürece sanayileşmesini, zenginleşmesini, güçlenmesini sürdürecek her şeye sahip duruma gelmiştir.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...