29 Aralık 2019 Pazar

Tank Palet Fabrikası Meselesi ve Altay Tankı

Tank Palet Fabrikası Meselesi ve Altay Tankı
Bir mesele bu kadar yanlış nasıl anlaşılır? Bizce bu tek taraflı bir sorun değil. Mesele yeteri açıklıkta ve sırasıyla anlatılmadı.
Konuyu anlatmadan önce son durum şudur;
Devlet ihaleyi kazanan firmaya 3.5 Milyar Avro verecek ve 250 tank ve tank üretebilen bir fabrika teslim alacak.
Bu bilgiden sonra aslında 50 milyon dolar bulunamadı mı lafı çok boşta kalıyor ama meseleyi anlatmaya devam edelim.
Mesele şu,
Devlet milli tank yapılması için girişimde bulunuyor.
2008 yılında prototipleme ve kalifikasyon ana yüklenicisi olarak Koç’lara ait Otokar şirketi seçiliyor
Devlet bu şirkete 500 milyon dolar teşvik vererek Altay tankının prototipini en geç 78 ayda üretmesini istiyor.
Erdoğan daha sonra Milli Tankın prototipin üretileceği 78 aylık süreye tahammüllerinin olmadığını belirterek, Mustafa Koç’a, “Süreyi kısaltın” dediğini, Koç’un ve Bakan Gönül’ün de bunu not ettiğini söyledi
En geç 2015’te teslim edilmesi gerekiyordu. Bir süre sonra Otokar Genel Müdürü Serdar Görgüç projenin tamamlanacağı 2012 yılında teslim edileceğini kaydetti.
İş uzadı uzadı ancak 2017 yılında teslim edildi.
Seri üretim için ihaleye çıkıldı.
Devlet bu konuda Otokar’ın ortaya koyduğu durumdan memnun olmadığından olmalı ki başka firmaların bu işe girmesini teşvik etmek durumunda kaldı. ( 2013 yılında yerli otomobil için babayiğit aranıyor dendiği günlerde Koç Holding başkanı Mustafa Koç,"Yerli otomobil, ticari açıdan intihar olur" diye beyanat vermiş, şirketinin ufkunu ve zihniyetini ortaya koymuştu)
2018’de açık ihale yapıldı Otokar 7 Milyar Avro teklif verdi ve bundan aşağı inemeyeceğini beyan etti.
BMC 4 Milyar Avro teklif verdi. Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan 500 milyon avroyu daha indirdi
İhalenin kapsamında şu madde başlıklar yer alıyordu:
Seri üretim hattının kurulması,
250 adet Altay'ın üretilmesi,
Güç Grubu Platformu üretilmesi,
İnsansız Kuleli Altay tasarımı, geliştirilmesi ve üretimi,
Ürünlerin ömür devri lojistik desteğinin sağlanması,
Tank Sistemleri Teknoloji Merkezi'nin kurulumu ve işletimi.
İhalenin kapsamını şöyle izah edelim
İsim, patent her türlü hakları devlete ait olan Altay tankını ihaleyi kazanan şirket üretecek ve devlete teslim edecek. 250 adet tankı üretecek, adı Tank Palet fabrikası olan ama sadece palet üreten, motoru ve bazı aksamları dışında Fırtına Obüslerinin üretildiği, tankların bakımını yapan bu fabrika tank üreten bir fabrikaya dönüştürecek, motorunu da yerli motor olarak geliştirecek.
Şimdi mesele Tank palet fabrikasının bir şirkete peşkeş çekilmesi değil. İhalenin kapsamı zaten o fabrikayı tank fabrikasına çevirmeyi kapsıyor. İlk tanklar o fabrikada üretilecek. 50 milyon dolar bulunamadı mı değil, 3.5 milyar avro zaten devlet para verecek hem 250 tankını alacak hem palet fabrikasını tank fabrikasına dönüştürtecek.
BMC firması sadece tank üreten bir şirket değil. Askeri zırhlı araç, askeri taktik ve lojistik araç, otobüs, ticari araç; hızlı tren, raylı sistem ürünleri, kara ve hava motorları ve şanzıman alanlarında bir kısmını üretmekte bir kısmını da üretmek için Karasu’da fabrika inşaatına başlamış durumda. Şirketin %49’u Katarlılara ait. Katar'lı şirketler büyük projeleri olan bu tür şirketlere sermaye sağlıyor. Katarlıların nasıl Volkswagen'de %17 hissesi varsa nasıl Alman devleri , Deutsche Bank, Siemens, Hochtief 'te ortaklıkları varsa BMC'de de ortaklığı bu şekilde olmuştur.

27 Aralık 2019 Cuma

Yap- işlet-devret modeliyle yaptırılan köprülerden devlet büyük zarar yapıyor iddiasına cevap

Yap- işlet-devret modeliyle yaptırılan köprülerden devlet büyük zarar yapıyor diye bir iddia var.
3. Köprü ve Kuzey Marmara çevre yolu üzerinden bunu inceleyelim.
Bununla ilgili habere, muhalif gazetelerden Yaniçağ gazetesinin daha muhalif olan Birgün gazetesinden alıntılayarak yaptığı haber üzerinden bakalım.
Habere göre;
‘’CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Mehmet Cahit Turhan’ın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na sunduğu soru önergesinde, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün 2016 yılının Haziran ayından bu yılın (2019) Şubat ayına kadar geçen araç sayısı ile elde edilen geliri sordu.
Bakan Turhan, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün 32 aylık sürede 37 milyon 212 bin 121 aracın kullandığını ve 433 milyon 611 bin TL gelir elde edildiğini açıkladı. Bu köprü için yüklenici firmalara verilen “araç geçiş garantisi” sayısı ise 125 milyon olduğu için buradan da ciddi kamu zararı doğdu. Araç başı yaklaşık 4 dolar geçiş garantisi verilen köprüde eksik kalan 87 milyon araç için devletin kasasından 2 milyar 88 milyon TL çıktı.’’
Bu rakamlar köprünün ilk döneminde gerçekleşen durumu ifade ediyor. Son dönemde köprüden geçiş sayısı arttı. Dolayısıyla devletin katkısı azaldı. Fakat biz hesabı yine ilk dönemdeki gibi kabul ederek yapalım.
Söz konusu ilk 32 aylık dönemde garanti kapsamında devletin kasasından her ay için 62.250.000 TL şirkete ödendi
3. Köprü ve Kuzey Marmara otoyolunun yap-işlet-devret modeliyle garanti kapsamındaki işletme süresi 7 yıl 9 ay.
Bu durumda 51 ay sonra köprü ve yollar devlete teslim edilecek. Bu sürede toplam kaç TL garanti parası ödenecek?
Bakanın rakamları verdiği 2019 şubatından teslime kadar olan 61 ayda da geçmişteki rakamlarla aynı geçiş sayısından hesap yaparsak.
Ayda 62 milyon 500 bin TL X 61 = 3.797.250.000 TL
Ilk 32 ayda ödenen 2.088.000.000 TL
Toplam ödenecek azami rakam 5.885.250.000 TL dolar karşılığı 989 milyon 117 bin dolar
3. köprü ve otoyolların maliyeti 3.5 milyar dolar. Bu paranın da en az %30’u KDV, vergi, dolaylı vergi olarak devlete dönmüştür. Bu rakam da ortalama 1 milyar dolar yapar.
Sonuç olarak devlet 3.5 milyar dolarlık işe azami 1 milyar dolar para ödeyecek bunu da zaten vergi olarak dolaylı şekilde geri almış olacak. Köprüyü de 5 yıl sonra geri alacak.
Zarar nerede? Faiz yükü altına girilmedi, risk alınmadı. Köprü ve yollar yapıldı. Trafik rahatladı, ülkeye sermaye girişi oldu.

29 Kasım 2019 Cuma

Mazlum Kobani

Mazlum Kobani kod adı ile dünyaya tanıtılmaya çalışılan Ferhat Abdi Şahin'in özellikle Ferhat Abdi Şahin adıyla anılması hassasiyeti önemli.
Gerçek adı Mustafa Abdi bin Halil Suriye Afrin doğumlu bu kişi çocuk yaşta Öcalan tarafından örgüte alınmış.
Batıda bu şahsın şu anda Suriye'li bir örgütün lideri olarak gösterilmeye çalışılmasıyla Türkiye ile ilgisi yok demeye getiriyorlar.
Batılılara şu söylenmeli bu kişi ömrünün büyük kısmını Ferhat Abdi Şahin adıyla geçirdi. Soyadı olarak geçen Şahin, Kürtçe veya Arapça değil Türkçedir. Yani bu kişi Türkiye ile ilgili bir teröristtir.

Başörtülülere saldırılar artıyor. Sebebi,

Başörtülülere saldırılar artıyor, birkaç kişi bir araya gelince şımarık hareketler, sesli marş okumalarla etrafa meydan okuma hadsizlikleri artıyor. Neden?
Çünkü toplumlarda doğal bir denge, tabii bir demokrasi vardır. Her toplumda farklı siyasi akımlar olur ve bunların bir tarafı toplumu ikna eder kendi rüştünü ispatlar ve yönetimi ele alır
.
Bu kesimin yönetici kadrosu yanında tabanı da bu yönetim vazifesinden kendilerini sorumlu hisseder ve bu sorumlulukla toplumun diğer kesimine karşı tahammüllü olur. Çünkü insan güçlü olduğu yerde kompleks yaşamaz, kendini göstermek için taşkınlık yapmaz. Daha çok göze batmamaya çalışır. (Türkiye'de son dönemde yapılan algı çalışmalarının odak noktası burası olmuştur. İktidar taraftarlarının hata yapanlarını çok sık tekrar ve abartıyla devamlı gündemde tutma çalışması yapılmıştır)
Türkiye'de ne oldu?
Türkiye'nin eskiden beri büyük sermaye grupları CHP'li ailelerdendi. Gerek bu sermaye grupları gerek askeri bürokrasi, CHP'li eski iktidar tecrübelerinden sonra ilk Özal döneminde yapılan ekonomik atılımlar ve belediyelerde Refah Partili yönetimlerin başarıları ve son olarak Ecevit hükümetinin iflas tecrübesiyle CHP'nin iktidardan uzak olmasını kendileri ve ülke için zorunlu görüyorlardı. Bu yüzden iktidardan ümidini kesmiş CHP'li taban işine bakıyordu.
Ne zaman ki son seçimlerde CHP'nin olduğu ittifak blokuna dindar kesim inadına oy verince bunların yeniden iktidar ümitleri doğdu. Başta bahsettiğimiz çoğunluk olmanın verdiği öz güven ve sorumluluk duygusu olmadan bu kesimde doğan bu ümit şişede durduğu gibi durmadı ve taşkınlıklar başladı.
Bu doğal bir sonuçtur, hak etmeden elde edilen iktidar mutlaka şımarıklık doğurur. Bu taşkınlıkların sorumluları ONLARA VERDİKLERİ OYLARLA ONLARIN BAŞINI DÖNDÜREN İSLAMİYANCILARDIR.

EYT Meselesi

EYT'lilerin en büyük savunması ''oyunun ortasında kural değişmez'' ilkesine devletin uymadığı noktasında gelişiyor.
İnsanlar şu kadar yılda , şu kadar gün çalışma neticesinde emekli olacaklarını bilerek işe başladıkları, bunun sonradan değişmesi haklarının gasbı olduğunu savunuyorlar.
Bu savunma haklı gibi görünse de bu ilişkinin bir tarafında devlet olduğu için böyle değerlendirilemez.
Birincisi emeklilik sistemi konusunda Devletin tekeli vardı. Ortada seçme hakkı olmadığı için yani alternatif bir sosyal güvence sistemi olmadığı için bir aldatılmadan söz edilemez.
Emeklilik sistemi devletin sosyal devlet anlayışıyla yapmak zorunda olduğu bir görevdir ve ayakta tutmak zorunda olduğu bir sistemdir.
DEVLETİN KURALI DEĞİŞTİRMESİ AÇISINDAN BAKARSAK, BUNU İŞ VERENLER İÇİN, TİCARİ MÜTEŞEBBİSLER için de söyleyebiliriz. Aynı mantıkla İş kuran, fabrika yatırımı yapan kişiler de DEVLETİN VERGİ ORANLARINI YÜKSELTMESİNE , sigorta primlerini artırmasına , KDV oranlarını değiştirmesine itiraz etme hakkı doğar.
Devletin zamanında popülist politikalar yüzünden çok düşürülen emeklilik yaşını yeniden düzenlemesi ayrıca ülkede ölüm yaş ortalamasının yükselmesine paralel olarak yeni düzenleme yapması devletin sigorta sistemini ayakta tutması açısından tercihi değil vazifesidir.

CHP'de dönen kumpas nereye gidiyor?


Kumpası kuranlar ilginç bir şekilde Fetö izi bırakmayı planlamışlar. Bu öyle anlaşılır yapılıyor ki bugün Muharrem İnce basına yaptığı açıklamada Fetö'nün partisinde etkili olduğunu açıkça dile getirmek durumunda kaldı. Muharrem İnce öngörülerinde çok isabet eden biri değil. Fetö'nün partisinde ne kadar etkili olduğunu anlasa bile inkar ederdi. Fakat şimdi kumpas öyle bir dumanlı hava oluşturdu ki birçok CHP'li o da CHP'de Fetö etkisini gündeme getirmeye başladı.
Bu durum tam da kumpas kuranların istediği dumanlı havadır.
2017 yılındaki Adalet yürüyüşünden beri CHP'de güçlenen HDP işbirlikçisi kanat ile Fetö'nün kontrol ettiği isimler aynı plan dahilinde hareket ediyorlar. HDP/PKK/YPG bugün dünyadaki güç odaklarının en popüler siyasi aygıtı/aparatı/maymuncuğudur. CHP'de bazı isimlerin buna angaje olamamaları mümkün değildir.
ŞİMDİ PARTİDE FETÖ PARTİYİ ELE GEÇİRİYOR KORKUSU YAYILARAK PARTİYİ FETÖ'DEN ANCAK ÖRGÜT VE BATI DESTEKLİ HDP'YE YAKIN İSİMLER KORUYABİLİR ALGISI OLUŞTURULACAK. Çünkü CHP tabanı şu günlerde ne verilirse alacak kıvama getirildi ve onlar Fetö ve Kandil'in aynı yerden yönetildiğini anlayacak durumda değiller. Şu günlerde CHP'de delege seçimleri yapılmaktadır. Bu havanın etkisinde CHP daha çok HDP'lileşecek ve kurultay bu paralelde yapılacak.

PKK/YPG/SDG/HDP/CKC (Canan Kaftancıoğlu Cephesi)

CHP merkezli gerçekleşen kumpas hadisesi nasıl bir sonuç doğuracağı tarafların takınacağı tutuma göre şekillenecektir.
Kumpası bir akıl veya bir ''deli'' başlatmış olabilir ama süreci kim iyi işletirse onların hedefine hizmet edecek.
CHP'de sahada operasyon kabiliyeti olan örgüt Fetö değil PKK/YPG/SDG/HDP/CKC (Canan Kaftancıoğlu Cephesi) dir.
İki örgüt aynı yerden güç alıyor, birlikte hareket ediyor ama burada biri kötü/öcü diğeri kurtarıcı rolü oynayacak. Bu kumpasa Fetö kumpası diyenler bu iki örgütün istedikleri hedefe hizmet eder. Bu kumpastan bahsederken mutlaka CKC dile getirilmelidir.
Bu oyunu Ak Parti'nin ve CHP'deki Atatürkçülerin ortaya koyacağı akıl değiştirebilir aksi halde CKC bir mevzi daha kazanmış durumdadır.

Kanal İstanbul ve Yeni Mega Şehirler

Dünyanın kentsel nüfusu 1950'de 751 milyondan 2018'de 4.2 milyara yükseldi. Birleşmiş Milletler bünyesindeki şehirlerde yaşayan insan sayısının ise 2050 yılına kadar 2.3 milyar daha artarak 6.5 milyar insana ulaşabileceği tahmin ediliyor.
İnsanların ilerleyen yıllarda şehirlere taşınmaya devam edeceği dünyanın bildiği bir gerçek olduğu buna göre tedbir aldığı halde İstanbul büyük şehir belediye başkanı bize nüfus lazım değil diyerek şehri idare edebileceğini sanıyor.
Dünyada yeni şehirler inşa etme şeklinde bir akım başlamış vaziyette.
40 ülkede 120 den fazla yeni şehir inşa ediliyor.
KANAL İSTANBUL PROJESİ stratejik kazancı yanında yeni bir şehir oluşturma açısından da önemli bir projedir.
Bu projenin İMAMOĞLU'NUN GÖZÜNDE ÇOK BÜYÜDÜĞÜNÜ ONU KORKUTTUĞUNU görüyoruz, şaşırmıyoruz çünkü o cephede böyle bir ufuk beklemiyorduk.
Türkiye’nin petrolü, geçmişe dayalı ağır sanayi geleneği yok. En büyük serrmayesi coğrafyası ve en başta da İstanbul’u. Dünya’da yeni eğilim yeni şehirler oluşturarak ekonomi üretmek yönünde. Bizde de İstanbul çok daha verimli kullanılmalıdır İstanbul’dan yüz milyarlarca dolar gelir sağlanacak projeler yapılmalıdır bunun dünyada örnekleri var.
DÜNYADA YAPIMINA BAŞLANAN ve planlanan büyük projelerden bazılarını sayalım.
322 milyar Sterlin: 2030'da Çin, dokuz ilden 42 milyon insanı Pearl River Deltasında bir devasa mega kent olarak birleştirmeyi planlıyor. İnşaatın bittiği zaman nüfusun 80 milyona ulaşması bekleniyor.
Güney Kore’de 35 milyar dolara mal olacak. Songdo bölgesindeki şehrin adı, International Business District (Uluslararası İş Bölgesi) Songdo, 1.500 dönümlük rıhtım alanındaki “akıllı şehir” olarak adlandırılan Güney Kore’de bir kent.
Çin’de “Güney-Kuzey Su Transferi Projesi”, Yangtze Nehri’nden yaklaşık 1.2 trilyon litre suyun ülkenin daha az verimli bölgelerine taşınmasını hedefliyor. Şimdiye kadar yapılan harcamalar 79 milyar doları geçmiş durumda.
Norveç, 1,2 kilometre derinliğinde ve 915 metre genişliğinde olacak olan yüzen tünel projesi. 25 milyar dolarlık harcama yapılması beklenen proje türünün tek örneği olacak.
Çin’de 2020 yılında tamamlanması planlanan “Nanhui New City” şehri 4.5 milyar dolara mal olacak ve yaklaşık 1 milyon insanı barındıracak, şehri her sene 10 milyon turistin ziyaret etmesini bekleniyor.
Dünyanın deniz üzerindeki en uzun köprüsü olacak Hong Kong - Zhuhai - Macao köprüsü açıldı. Köprü 55 kilometre uzunluğunda ve 20 milyar dolara mal oldu.
Hong Kong yeni konutlar için 64 milyar dolar maliyetli yapay ada inşa etmeyi planlıyor.
Malezya'daki mega kent projesi Forest City (Orman Kenti), 100 milyar dolara mal olacak.
Malezya, Çin, Sri Lanka, Nijerya, Kenya, Umman ve Suudi Arabistan'da mega inşaat projeleri ile başlayan şehirleri sıfırdan inşa etme tutkusu giderek yaygınlaşmaktadır. Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre, dünya nüfusunun % 68'I 2050 yılında şehirlerde yaşayacak. Bu milyarlarca insanın ihtiyaçlarını karşılamak büyük zorluklar doğuracak.
Kanal İstanbul projesinin hesaplanan maliyeti 15 milyar dolardır. Bu Türkiye için çok büyük bir rakam değil. İstanbul’un trafik ve yeşil alan sorunları ancak şehir yayılarak çözülebilir. Yeni bir şehir kurmak eski şehri dönüştürmekten daha ucuza mal oluyor ve sıfırdan kurulan şehirlerde bütün gider maliyetleri düşüyor.

22 Kasım 2019 Cuma

Ak Parti Döneminde Sosyal Güvenlik Sistemine Yapılan Destek



Ak Parti hükümetlerinin en hassas olduğu konuların başında sosyal devlet olma gayreti gelmiştir.
İktidarın ilk yılında (2003) emekli maaşlarına seyyanen yüksek oranda zam uygulandı
Hükümet, işçi emekli aylığına ‘‘Sosyal Destek Ödemesi’’ adı altında seyyanen 75-100  lira arasında iyileştirme yaptı. Buna göre, bu aydan itibaren en düşük SSK emekli maaşı 257 liradan 332 liraya çıktı. En düşük Bağ-kur emekli maaşı 150 liradan 250 liraya, en düşük tarım sigortalıları maaşı 66 liradan 166 liraya yükseltildi. 65 yaş üzerindekilerin aldığı yaşlılık aylığı ise yüzde 100 arttırılarak, 24 liradan 48 liraya çıkarıldı.
Sağlık hizmeti konusunda bütçeden yüksek oranda destek uygulamasına gidildi.
Sağlık hizmetleri ve emekli maaşlarına uygulanan yüksek artışlar, her yıl bütçeden verilen büyük destekle karşılandı.
Bu destek 2003 yılında yıllık 10.6 milyar dolarla başladı 2010’da 36 milyar dolara kadar çıktı. 2019’da da yine 30 milyar dolar düzeyinde devam etti.
Bu destek 17 yılda toplam 480 milyar dolar oldu. TL olarak 2 Trilyon 700 milyar Lira ( 2 trilyon vergi toplandı ne oldu para diye hep soruluyor)
Bu desteğin 2002 öncesinde bütçe giderlerinin toplamına oranı %10’un altındayken 2002 sonrasında ortalama % 17 oldu. 2002 yılında bütçe gideri toplam 119 milyar TL / 71 milyar $ , 2018'de bütçe gideri 830.4 milyar TL /145 milyar $ olduğunu göz önüne alırsak desteğin ne kadar arttığını görebiliriz.
Mesela Ak Parti dönemi için çok konuşulan ÖZELLEŞTİRMELERDEN; SATILAN FABRİKALAR, LİMANLAR GİBİ BÜTÜN SATIŞLARDAN ELDE EDİLEN TOPLAM GELİR 60 MİLYAR DOLARDIR. Bu rakam, sosyal güvenlik sistemine bütçeden 3 yılda aktarılan paradan azdır.
Emekli maaşları dolara göre ortalama 3 kat artırılmış yılda iki defa ikramiye uygulaması başlatılmıştır.
Emekli maaşları 2002 yılında
SSK (İŞÇİ) 257,1 153 $ 2019/ 1200 TL-2000 TL 210-350 $
BAĞ-KUR (ESNAF) 148,7 88 $ 2019/ 1688 TL 296 $
BAĞ-KUR (TARIM) 65,8 40 $ 2019/ 1332 TL 233 $
EMEKLİ SANDIĞI 376,6 226 $ 2019/ 2.522 TL 439 $
2002 ÖNCESİ MAAŞLARA DİKKAT EDİLİRSE, BAĞKUR EMEKLİSİ 88 DOLAR, TARIM EMEKLİSİ 40 DOLAR MAAŞ ALABİLİYORDU.
Eğer Ak Parti iktidarı da maaşları sadece doların artışı kadar artırsaydı veya 17 senelik enflasyon değişimi olan %394 oranında maaşları artırsaydı. Bugün ödediği maaşın yarısından az maaş yükü olacaktı. Aynı durum memur maaşlarında da gerçekleşti. Sağlık alanında da SGK’nın hizmetleri eskiye kıyas edilemez düzeyde arttığını biliyoruz.
Burada küçük bir hesap yapınca 17 senelik iktidar döneminde düşük gelir kesimini oluşturan emekliye, memura ödenen maaşa ve sağlık giderine bütçeden aktarılan para bu düzeyde olmayıp eski düzenin devamı şeklinde uygulansaydı. Yani sadece maaşlarda enflasyon oranı bir artış ve sağlık sektörü de eski usulde devam etseydi. DEVLETİN KASASINDAN EN AZ 500 MİLYAR DOLAR DAHA AZ PARA ÇIKMIŞ OLACAKTI. (emekli maaşlarının yanında devletin personel giderini de hesaba katıyoruz. Bu gideri 2016 yılını dikkate alarak yaparsak çünkü bu yıl bir ortalama vermektedir mesela 2013'te dolar olarak daha yüksek maaş gideri olmuştur. 2016 yılı personel gideri 46 milyar dolardır 17 yılın personel ve prim destek gideri bu hesapla 800 milyar dolardan fazladır.) Burada özelleştirmelerden elde edilen toplam paranın 60 milyar dolar olduğunu hatırlatalım.
AK PARTİ İKTİDARI, ÜLKEDE GELİR DENGESİNİ BİRAZ OLSUN SAĞLAMAK İÇİN İKTİDARIN İLK DÖNEMLERİNDE ÖNCELİKLE MAAŞLARI YÜKSEK TUTMAYI TERCİH ETMİŞTİR. Maaşları eski düzenle devam ettirip bu parayı daha görünür hizmetlere harcayabilirdi veya iş adamlarına bunu destek olarak dağıtabilirdi. Belki üretim konusunda, ülke ekonomisi açısından daha faydalı olurdu ama hükümet öncelikle düşük gelirlilerin durumunu düzeltmeyi tercih etti. Bu durum tüketimin, ithalatın artmasına sebep olmuştur fakat bu dönemde orta kesimin ülkenin büyümesindeki payını önemli oranda almasını sağlamıştır. Anadolu’da birçok ilimiz memur maaşlarına endeksli bir ekonomiye sahipti bu yolla onların da kalkınmaları sağlanmıştır.
Bu durum her ülkede böyle olmadı, mesela büyük avrupa devletleri çok büyük milli gelirlere sahiptirler ama maaşların alım gücü eskiye oranla düşmüştür.
İktidar 3-4 yıldır yatırımlarda yap–işlet-devret modeline dönmüştür. Çünkü zorunlu altyapı yatırımları büyük oranda tamamlanmıştı. Maaşlar da 2012-2013 yıllarına oranla daha düşüktür. Devlet artık üretim ekonomisine bütçeden daha çok kaynak ayırmak yoluna gitmektedir. Yap işlet modelinde uzun vadede maliyetler daha fazla olmakla beraber devlet bütçesinden üretim ve teknoloji yatırımlarına büyük pay ayrılması ülke ekonomisine daha faydalıdır.


15 Kasım 2019 Cuma

Maaşlar 2002 2013 2019 Fonlar ve Yeni Ekonomi Yönetimi



En düşük memur maaşı 2002 Aralık ayında 392 TL / 240 Dolar Dolar Kuru 1,67
En düşük memur maaşı 2013 Ocak ayında 1.818 TL / 1038 Dolar Dolar Kuru 1,75
En düşük memur maaşı 2019 Kasım ayında 3.707 TL / 644 Dolar Dolar Kuru 5,75
Enflasyon Toplam Değişim (%) 394.99 392 TL’nin 2019 Ekim karşılığı 1 940 TL
Aile yardımı ödeneği dahil ortalama memur maaşı 2002 Aralık ayında 578 TL / 346 Dolar
Aile yardımı ödeneği dahil ortalama memur maaşı 2013 Ocak ayında 2.109 TL/ 1.251 Dolar
Aile yardımı ödeneği dahil ortalama memur maaşı 2019 Kasım ayında 4.483 TL/ 780 Dolar
Enflasyon Toplam Değişim (%) 394.99 578 TL’nin 2019 Ekim karşılığı 2 861 TL
Net asgari ücret 2002 Aralık ayında 184 TL / 110 Dolar
Net asgari ücret 2013 Ocak ayında 773 TL / 441 Dolar
Net asgari ücret 2019 Kasım ayında 2010 TL/ 351 Dolar
Enflasyon Toplam Değişim (%) 394.99 184 TL’nin 2019 Ekim karşılığı 910 TL
En düşük memur emekli aylığı 2002 Aralık ayında 377 TL / 226 Dolar
En düşük memur emekli aylığı 2013 Ocak ayında 1.118 TL/ 639 Dolar
En düşük memur emekli aylığı 2019 Kasım ayında 2.522 TL/ 439 Dolar
Enflasyon Toplam Değişim (%) 394.99 377 TL’nin 2019 Ekim karşılığı 1 866 TL
2002 yılından bu tarafa maaşların artışını şu yüzden paylaştım.
2013 yılına gelindiğinde ekonomik dengeler oldukça iyi düzeydeydi. 2002'de 232 Milyar dolar olan GSYH 2013 yılında 819 Milyar dolara çıkmıştı. Faizler 4,5 seviyesine düşmüştü.
Bütün bu iyi gelişmelere paralel olarak maaşlar da zamlanmıştı fakat döviz kuruna ve enflasyona göre maaşlar çok yüksek oranda artırılmıştı.( O dönemde sendikalar tamamen işlevsiz kalmıştı) Dolar kuru 2002'de 1,67 2013'te 1,75 TL yani neredeyse artış görmemişti bununla beraber maaşlar dolara göre 3,5 kat 4 kat artmıştı.
Döviz kurunun düşük olması ithal malların ucuz olmasını sağladı ve geliri artan sabit gelirlilerin ithal mal dahil tüketime yönelmesine sebep oldu.
Ekonominin hızlı olduğu dönemde ihmal edilen bir diğer şey de fon oluşturma konusudur. İşsizlik fonu dışında fon birikmesi sağlanmadı. O dönemde piyasaya para aktarmak amacıyla Konut Edindirme Yardım fonundaki birikimlere karşılık 14,5 Katrilyon (11,5 Milyar Dolar) 2006 yılında hak sahiplerine dağıtılmıştı. Bu fon Özal döneminde başlatılmış 1987-1995 yılları arasında çalışanlardan kesilmiş paraydı. Aslında bu fon devam etmeli birkaç yıldır başlatılan Bireysel emeklilik fonu gibi fonlar oluşturulmalıydı. Böylece tasarruf sağlanmış, fonlarda yüksek miktarda varlık oluşmuş olacaktı. Zor zamanlarda bu varlıklar faiz baskısını ciddi oranda dengeleyebiliyor.
Netice olarak son dönemde ekonomi idaresi daha ayakları yere basan, dengeli ve güçlü bir ekonomik sistem oluşmasını sağlamaktadır. Son zamlar geçen yıl yüksek oranda artan döviz kurunu dengelemiş, 2013'teki abartılı maaşlar genel ekonomik duruma daha paralel hale gelmiştir. Muhakkak ekonomik durum geliştikçe yine maaşlar dolara ve enflasyona göre reel artış gösterecektir.

6 Kasım 2019 Çarşamba

Suriye İç Savaşını Türkiye Engelleyebilir miydi? Olayların Kronolojik Gelişimi




Suriye meselesinin tartışıldığı her ortamda bir kesim peşin bir fikirle Türkiye’nin Suriye politikasının baştan yanlış olduğunu söyleyerek Suriye’de iç savaşı Türkiye çıkartmıştır, iddiasında bulunmaktadır,  bu iddianın yeterince cevaplanmadığını görüyoruz.
Suriye iç savaşı neden çıktı, süreç nasıl gelişti, Türkiye’nin müdahalesi yerinde mi olmuştur, yeterli olmuş mudur, Suriye iç savaşını Türkiye mi çıkarttı? Sırayla inceleyelim.
2011 yılında arap dünyasında arap baharı denilen zincirleme kalkışma hareketleri başlamıştı.
Tunus, Arap Baharı'nın başladığı ülkedir. 17 Aralık 2010 günü Sidi Bouzid kentindeki seyyar satıcı Muhammed Buazizi yaşadığı ekonomik sıkıntıları protesto etmek için kendini yaktı. Bu olay, ülkede hükümet karşıtı çok büyük kitlesel eylemlerin düzenlenmesine neden oldu.
Protestoların sonucunda, 14 Ocak 2011 günü, 1987 yılından bu yana iktidarda olan Bin Ali görevinden istifa etti. (kalkışmanın 28. gününde)
Arap Baharı, Mısır'a Ocak 2011'de Tahrir Meydanı'nda düzenlenen protestolarla ulaştı. Eylemlerin başlamasından 18 gün sonra Hüsnü Mübarek görevden ayrılmak zorunda kaldı.

Yemen’de devlet başkanı Ali Abdullah Salih  2 Şubat 2011'de 2013 yılındaki seçimlerde yeniden aday olmayacağını açıkladı. Silahsız protestoculara karşı hükümetin şiddetli yanıt vereceğini açıkladı. Partisinin milletvekilleri 23 Şubat 2011 tarihinde istifa etti. 10 Mart 2011'de Salih yasama ve yürütme yetkilerini ayırarak, yeni bir anayasa konusunda bir referandum yapacağını ilan etti. Artan protestolar sonucu görevini yardımcısı Abd Rabbuh Mansur al-Hadi'ye devrederek ABD'ye tedaviye gitti. (2 ay içerisinde)
Libya'da hükümet karşıtı gösteriler Şubat 2011'de başladı. Ağustos 2011 yılında silahlı muhalif gruplar başkent Trablus'u ele geçirdi. Böylece Kaddafi ve oğullarının birkaç ay sürecek kaçış dönemi başladı.
Görüldüğü gibi Arap Baharı eylemlerinin yapıldığı ülkelerde birkaç haftada, birkaç ayda diktatörler istifa etmişti.
Suriye bu ülkeler arasında en dikta yönetimle idare edilen ülkeydi. İktidar bir darbeyle iktidara gelen Hafız Esed’in dahil olduğu nusayrilerin elindedir. Nusayriler nüfusun sadece %13’nü oluşturmaktadır. Bu şekilde azınlığın ülkeyi idare ettiği başka bir ülke dünyada yoktur. Esed diğer Arap ülke liderleri gibi halkın kalkışmasını görüp çekilmedi, aynı babası gibi halkın üzerine uçaklarla bomba yağdırdı. Çünkü diğer Arap ülkelerindeki diktatörler kadar bile iktidarda olma hakkı yoktu. Bir serbest seçim sonrasında, bütün ailesi dahil  Suriye’de yaşama şansları olmayacağını biliyorlardı.
2006'dan itibaren muhaliflere uygulanan seyahat yasakları Arap dünyasındaki en ağır seyahat yasakları olarak tanımlanmıştır. 1962 yılında binlerce Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış ve onların soyundan gelenler "yabancılar" olarak fişlenmiştir.
2009 yılında Gazetecileri Koruma Komitesi, dünya üzerinde blogger olmak için en kötü 10 ülke listesinde Suriye'ye 3. sırada yer vermiştir
İnternet sansürünün yoğun olduğu ülkede, politik sebeplerle internet siteleri yasaklanmış ve bu sitelere erişenler tutuklanmıştır. 2007 yılında kabul edilen bir yasa uyarınca internet kafeler, kullanıcılarının internet forumlarında yaptıkları tüm yorumları ve paylaşımları kaydetmek ve devlete bildirmekle yükümlü tutulmuşlardır.
Bütün bu şartlar göz önüne alındığında Arap Baharı furyasında en çok isyan etmesi beklenen halkın Suriye halkı olduğu anlaşılır.
Diğer Arap ülkelerinde ocak, şubat aylarında başlayan isyan hareketleri 2011 mart ayında Suriye’de başlamıştır.
Olaylar nasıl başladı;
Suriye’de olayların özet olarak kronolojisi;

15 Mart 2011: Başkent Şam'daki Hamidiye Çarşısı'nda yaklaşık 50 kişilik bir grup, siyasi tutuklu olan yakınlarının serbest bırakılması için gösteri yaparak "hürriyet" sloganı attı. Gösteriye güvenlik güçleri müdahale etti. Bu gösterinin ardından asıl yönetim karşıtı eylemler ülkenin güneyindeki Dera kentinde başladı. Dera'daki olaylar, küçük yaştaki bir grup öğrencinin okul duvarına "halk rejimin yıkılmasını istiyor" şeklinde yazı yazması sonucu gözaltına alınmaları ve işkence görmeleri iddiasıyla patlak verdi.
25 Mart: Muhalifler Cuma namazı sonrası "Şeref Günü" adı altında gösteri düzenledi. Bu protesto gösterisinin ardından muhalifler, her hafta Cuma namazı sonrası değişik isimlerle gösteri yapmaya başladı.
26 Mart: Dera'da göstericiler, eski Cumhurbaşkanı ve Beşar Esed'in babası Hafız Esed'in heykelini devirdi. Cuma gösterilerinde muhalifler en az 70 kişinin öldürüldüğünü duyurdu.
11 Mayıs: Suriye Merkezli İnsan Hakları Örgütü, ülkedeki olaylarda 750 kişinin öldüğünün belgelendiğini açıkladı.
23 Mayıs: AB ülkeleri tarafından yaptırım uygulanacak Suriyeli yetkililere Beşar Esed da dahil edildi.
6 Haziran: Suriye yönetimi ülkenin kuzeyinde buluna Cısr Eş Şuğur kasabasında 120 polisin öldürüldüğünü duyurdu. Enformasyon Bakanı Adnan Mahmud, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "şiddetli bir operasyon" yapılacağının sinyallerini verdi.
Bu tarihten sonra Suriye vatandaşlarının Türkiye'ye akını başladı.
9 Haziran: Türkiye'ye gelen Suriyeli sayısının 10 bini aştığı, daha sonra da 15 bini geçtiği duyuruldu.
15 Haziran: BM, Suriye'de bin 100 kişinin öldüğünü ve 10 bin kişinin gözaltına alındığını açıkladı.
Aynı gün Esed'in özel temsilcisi Hasan Türkmani Ankara'da temaslarda bulundu. ( Türkiye ve Suriye’nin o dönemde ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak düzeyde iyi ilişkileri var. Olaylar hızla büyüyor ama Suriye bu konuda henüz Türkiye’yi suçlamıyor çünkü Türkiye o günlerde halkın ayaklanmasına sıcak bakmıyor çünkü Suriye ile geliştirdiği ilişkiler neticesinde Beşer Esed’in demokratik açılımlar yapacağı bekleniyordu)
İsyan başlayalı dört ay olmuş; o günün havasını anlamak, Suriye hükümetinin henüz isyan konusunda Türkiye’yi suçlamadığını anlamak için BBC’nin yaptığı  Suriye ile ilgili bir haberi verelim; (Esed’in özel temsilcisini Ankara’ya gönderdiği günlerde.)
‘’Kentte rejim aleyhtarı büyük gösteriler yapılmış, devlete ait yayın organları resmi binalara ve emniyet müdürlüğüne saldırılar düzenlenmişti. ….Buna rağmen hükümet Cizr el-Şuhur'da hayatın eski düzenine dönmekte olduğunu, insanların geri gelmeye başladıklarını belirtiyor ve yöre halkının da evlerine dönmesini tavsiye ediyor.
Suriye Hükümeti, Suriye Kızılayı'ndan da, Türk Kızılayı'yla temas kurarak, Türkiye topraklarına geçmiş olan mültecilerin geri dönüşü için işbirliği yapmasının isteneceğini bildirdi.’’ (İsyan başlayalı dört ay olmuş bini aşkın  ölü, onbinden fazla tutuklama ve onbinden fazla Türkiye’ye göç olmuş Suriye devleti Türkiye’yi henüz şuçlamıyor, aksine işbirliği içerisinde)
20 Haziran: Esed, halka seslendi ve "ulusal diyaloğun" başlayacağını söyledi.
Türkiye'ye sığınanlara geri dönün çağrısı yapan Esad'ın konuşmasından sonra Türkiye'den Suriye'ye dönüşler başladı. Bazı aileler dönerken, bazıları kamplarda kalmayı tercih etti.
27 Haziran: Muhalifler Şam'da toplandı.
7 Temmuz: ABD'nin Şam'daki Büyükelçisi Hama'ya gitti. Suriye bu durumu, "ABD'nin olaylarda parmağı olduğuna dair kanıt" olarak niteledi ve sert tepki gösterdi.
31 Temmuz: Ramazan ayı arifesinde Suriye ordusu Hama kentinde operasyon başlattı. Bu operasyon bütün dünyada geniş tepki çekti.
2 Ağustos: Operasyonlarda sadece 3 gün içerisinde 150'ye yakın sivilin öldüğü bildirildi.
8 Ağustos: BM Güvenlik Konseyi Suriye'yi kınadı.
9 Ağustos: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam'a gitti. Esed ile altı saatlik görüşme yaptı (İsyan başlayalı altı ay olmuş, ölenlerin sayısı binleri geçmiş vaziyetteyken Türkiye hâlâ diyaloğu devam ettirmeye çalışıyor, Esed’e demokratik seçime gitmesini tavsiye ediyor)
2 Eylül: AB ülkeleri Suriye petrolüne ambargo uygulanması konusunda uzlaşmaya vardıklarını duyurdu.
15 Eylül: Olaylarda ölenlerin sayısının 2 bin 600'ü bulduğu açıklandı. Esad'ın danışmanı Buseyna Şaban bin 400 kişinin öldüğünü bunların yarısının güvenlik görevlisi ve asker olduğunu söyledi.
Muhalifler, İstanbul'da "Suriye Ulusal Konseyi"ni kurduklarını açıkladı.
7 Ekim: Özgür Suriye Ordusu komutanı Riyad Al Assad Hatay'dan uluslararası kamuoyuna yardım çağrısında bulundu.
2 Kasım: Suriye, Arap Birliği planını kabul etti. Ancak akan kan durmadı. Daha sonra, Suriye'nin anlaşmayı uygulamadığını belirten Arap Birliği Suriye'nin üyeliğini askıya aldı. (Suriye rejimiyle ilişkileri sadece Türkiye değil  Arap Birliği de aynı günlerde kesiyor)
27 Kasım: Arap Birliği, barış planını uygulamayan Suriye'ye ekonomik yaptırım kararlarını onayladı. Suriye'den sert tepki geldi.
29 Kasım: Türkiye de yaptırım listesini açıkladı.
10 Ocak: Uzun bir süre sonra kameraların karşısına geçen Devlet Başkanı Esed, Şam Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada, "Suriye'yi istikrarsızlaştırmayı amaçlayan" dış güçleri suçladı. Bazı Arap ülkeleri de Esad'ın hedefindeydi.
22 Ocak: Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi'yi ziyaret eden Suriye Ulusal Konseyi heyeti, Arap Birliği'nden Suriye konusunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne taşıması için resmen istekte bulundu.
Arap Birliği'nin Suriye konulu toplantısından Esad'ın yetkilerini yardımcısına devretmesi çağrısı çıktı. Arap Birliği, demokratik ve barışçıl bir geçiş süreci için yeni bir yol haritası hazırladı. Suriye yönetimi ise kararları reddetti. (Türkiye hâlâ Suriye’nin hedefinde değil, yani ülkemizi Türkiye karıştırıyor demiyorlar)
12 Şubat: El Kaide lideri El Zevahiri yayınladığı video görüntülerinde Suriyeli muhaliflere destek verdiğini açıklarken, "başka ülkelere güvenmeyin" mesajı verdi. Ancak bu durum, Suriyeli muhalifleri rahatsız etti. Muhalifler, bunun Suriye yönetiminin "olaylarda El Kaide parmağı var" iddiasını kanıtlayabileceği endişesiyle durumdan hoşnut olmadı. (ABD’nin kendi planlarında kullanabildiği El Kaide kalkışmanın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti henüz yeni Suriye’ye müdahil olmaya başladı. Türkiye ile Türkiye’nin idaresini tekfir eden El Kaide arasında hiçbir zaman bir ilişki  iddia edilmemiştir)
26 Şubat: Hazırlanan yeni anayasa taslağı halkın oyuna sunuldu. Muhaliflerin katılmama çağrısı yaptıkları referandumda katılım yüzde 57.4'te kaldı. Anayasa yüzde 89.4 oy oranıyla kabul edildi. ( Sıkı baskı altında yapılmış bu referandumun katılım oranı ve sonucu dikkate alındığında Suriye rejimi meşruiyetini ıspatlayabilmiş değildi)
2 Mart 2012: Avrupa Birliği, Suriye'de muhaliflerin kurduğu Ulusal Konsey'i bu ülkenin meşru temsilcisi olarak tanıdı. ( AB’nin bu kararı Esed rejiminin yıkılmakta olduğunu muhaliflerin kazanmaya yakın olduklarını göstermektedir)
Suriye'de 1000 kadar silahlı muhalif grubun bulunduğu ve bunlara bağlı 100.000 savaşçının olduğu biliniyordu.
Bu savaşçı grupların %90’ı yerli halk tarafından kuruldu ve 2013 nisanına gelindiğinde Suriye’nin %55’ine hakim duruma gelmişlerdi..

Bu savaşçı grupların bazılarını sayalım, bunların hepsi Suriyeli liderlere sahip
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Albay Riyad el Esad önderliğinde, Ağustos 2011'de kuruldu. Lideri: Tuğgeneral Salim İdris
Cemal Maruf Tahmini savaşçı sayısı: 7.000, daha önce Cebal el Zaviye Şehitleri Tugayı olarak bilinen grup 2011'de İdlib'de kuruldu
Ahrar Suriye (Suriye Özgür Halkı) Tugayı, YAK'a (YÜKSEK ASKERİ KONSEYİ) bağlı çalışıyor. Rastan bölgesinden eski hava kuvvetleri pilotu Albay Kasım Saad el-Din tarafından kuruldu.
SURİYE İSLAMİ KURTULUŞ CEPHESİ
Lideri: Ahmed İssa (Sukuru'ş-Şam) Savaşçı sayısı: 35.000 - 40.000
Eylül 2012'de 20 grubun bir araya gelerek oluşturduğu gevşek bir ittifak.
Faruk Tugayı
Lideri: Usame Cüneydi Savaşçı sayısı: 14.000
2011 sonlarına doğru ortaya çıkan grup
Sukuru'ş-Şam
Lideri: Şeyh Ahmed İssa Savaşçı sayısı: 9.000 -10.000
Sukuru'ş-Şam (Suriye Kartalları), Suriye İslami Kurtuluş Cephesi'nin radikal bileşenlerinden biri.
Liva el-Tevhid
Lideri: Abdül Kadir el-Salih ve Abdül Aziz Salama Savaşçı sayısı: 8,000 -10,000
Liva el-Tevhid (Birlik Kıtası), Halep kırsalında faaliyette olan grupları birleştirmek amacıyla Temmuz 2012'de kuruldu.
Liva el-Fetih
Liva el-Fetih (Fetih Tugayı) Halep ve kırsalı ile Haseki ve Rakka bölgelerinde aktif. Grup "özgür bir Suriye" kurmayı hedefliyor.
CEYŞ EL-İSLAM
Lideri: Zaran Alluş (Liva el-İslam)(İslam Ordusu) Şam civarında aktif olan 50 İslamcı grup tarafından Eylül 2013'te kuruldu.
SURİYE İSLAM CEPHESİ
Lideri: Hasan Abbud (Ahrar el-Şam el-İslamiye Hareketi)
Suriye İslam Cephesi (SİC), 11 radikal İslamcı grubun bir araya gelmesiyle Aralık 2012'de kuruldu.
Ahrar el-Şam el-İslamiye Hareketi
Lideri: Hasan Abbud Savaşçı sayısı: 10.000 -20.000
Ahrar el-Şam el-İslamiye Hareketi (Şam Özgür Halkları İslami Hareketi) 2011 sonlarında kuzey batı kenti İdlib'de kurulan bir Selefi gruptur.
Ahfad el-Resul Tugayı
Liderleri: Ebu Usame el-Culani, Muhammed el-Ali ve Mahir el-Nuami Savaşçı sayısı: 7.000 - 9.000
40 ılımlı İslamcı gruptan oluşan Ahfad el-Resul (Peygamberin Torunları) Tugayı, 2012'de kuruldu.
Asala ve el-Tanmiya Cephesi
Gücü: 13.000 savaşçı ve sivil Asala ve el-Tanmiya (Hakikilik ve Büyüme) Cephesi Kasım 2012'de kurulan ılımlı İslamcı bir ittifak.
Duro el Tavra Komisyonu Duro el Tavra (Devrim Kalkanı) Komisyonu SMC'ye bağlı, çoğu İdlib ve Hama merkezli onlarca küçük grubun birleşmesiyle meydana geldi. Suriye'deki Müslüman Kardeşler'in yardımıyla 2012'de kuruldu.
El-Nusra Cephesi
Lideri: Ebu Muhammed el-Culani Savaşçı sayısı: 5.000 -7.000 varlığını Ocak 2012'de ilan etti.
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)
Lideri: Ebu Bekir el-Bağdadi Savaşçı sayısı: 3.000 - 5.000
Suriye’de Nisan 2013'te operasyona başladı.
Daha detaylı bilgi için:
Suriye’de halk isyanının kısa sürede ulaştığı başarı o günlerde nasıl görülüyordu ortadoğu konusunda uzman bir gazeteci olan Mehmet Ali Birand’ın bir köşe yazısından anlayabiliriz.
20 Temmuz 2012 tarihli, Esad için yer aranmaya başlandı, ancak henüz kabul eden ülke bulunamadı başlıklı Mehmet Ali Birand köşeyazısı şu cümleyle bitiyordu, ‘’Önceki gün Şam’da yaşanan patlama, işte bu nedenle “Sonun başlangıcı” olarak niteleniyor. Tekrar etmekte yarar var: Moskova ve Tahran, Esad rejimini uzun süre taşıyamaz.’’
Buraya kadar anlaşılması gereken durum şudur.
Suriye’de kalkışma başladıktan sonra ilk iki sene içerisinde çok sayıda savaşçı yerli grup oluşuyor. Bu grupların içerisinde yabancı savaşçılar da yer buluyor. Fakat liderlik hep yerli isimlerin elinde yürüyor. Rejime karşı başlayan bu kalkışma iki yılın sonunda başarıya çok yaklaştığı dönemde  yabancı savaşçıları toplayan El Nusra ve Deaş başarıya yaklaşan mücadeleyi dağıtmaya başlıyor. El Nusra intihar eylemleri ile anılıyor. Deaş zaten Rejimle neredeyse hiç çatışmıyor El Nusra dahil bütün bu Rejime karşı savaşan gruplara saldırıyor.
Rejim, yerli savaşçılarla ki bunların çoğu kendi rutbeli askerlerinin liderlik ettiği gruplar. Bunlara karşı baş etmekte çok zorlandığı bu dönemde yardımına Deaş yetişiyor.  Deaş çok hızlı ilerliyor, bir taraftan ılımlı muhalif gruplara saldırıyor, bir taraftan da yayınladığı vahşet videolarıyla Suriye için Esed’i kabul edilebilir taraf durumuna getiriyor. 2011’in sonlarından beri Esed’in yardımına gelmiş Hizbullah’a büyük bir alan açıyor. İran’ın Rejim’e açıktan yardım etmesinin önünü açıyor ve neticede Rusya’ya Esed’in yardımına koşması için aradığı fırsatı veriyor.
Esed Rejimini kurtaran Suriye’de savaşın ve ölümlerin uzamasına sebep olan güçlerin başında Hizbullah ve arkasındaki İran devleti gelmektedir.İranlı general Kasım Süleymani Hizbullah’ı desteklemek yanında Devrim Muhafizlarından kurduğu Fatimi Tugaylarını ve şii gruplardan oluşan birçok silahlı oluşumu Esed muhaliflerine karşı örgütledi. 
 800-1200 İran vatandaşı Suriye’de rejim safında savaşırken hayatını kaybetmiştir. İran’ın Suriye’deki kaybı sadece askeri unsurlarla sınırlı kalmamıştır. İran Suriye’de iç savaşın başlamasından bu yana yıllık 6-17 milyar dolar Esad rejimine mali yardımda bulunmuştur. İran’ın sadece Lübnan Hizbullahı'na sağladığı yıllık mali destek 800 milyon dolar civarındadır.
Hizbullah Suriye’deki varlığını resmî olarak 30 Nisan 2013 tarihinde kabul etse de Suriye’deki faaliyetleri 2011 yılına dayanmaktadır. Örgüt, ayaklanmaların başladığı yıl Esed güçlerinin protestoları bastırması için rejim güçlerine yardım etmiş ve ilk kayıplarını da bu dönemde vermiştir. Ancak Hizbullah’ın Suriye’de oynadığı role ait ilk bulgular 2012’nin ikinci yarısında elde edilmiştir. ABD resmî kaynakları, Ağustos 2012’de Hizbullah’ın Suriye’deki çatışmaya dâhil olduğunu doğrulamıştır. Birleşik Devletler Hazine Bakanlığı’nın belirttiğine göre, Hizbullah, 2011’in başından itibaren Suriye’de rejim güçlerine eğitim vermekte ve İran Devrim Muhafızları -Kudüs Gücü- tarafından verilen eğitim işini kolaylaştırmaktadır.
(Hizbullah’ın Suriye iç savaşının seyrini değiştirme konusunda oynadığı rolü için bu makale önemli bilgiler veriyor)
2013’ten konunun anlaşılmasına yardım etmesi açısından bir haber;
ÖSO Birleşik Komutanlığı üyesi Albay Kasım Sadeddin, muhalif güçlerin 2013'te kontrolleri altındaki bölgelerin bir kısmından çekilmek zorunda kaldığını söyledi. Sadeddin'e göre Suriye'nin yüzde 80'i 2012'de muhaliflerin elindeydi, halen ise bu oran yüzde 65-70 civarında.
Sadeddin, 2013'te Esed güçleriyle çarpışmalarda büyük ilerleme sağlanamadığını söyleyerek "Bu gerileyişin temel sebebi, uluslararası toplumun muhalif güçlere verdiği desteği kesmesi ve Esed güçlerinin, Hizbullah, İran, Iraklı milisler ile Koreli ve Rus uzmanlar tarafından desteklenmesi oldu" dedi.
Sonuç olarak, Suriye’de yerli savaşçı gruplar kısa zamanda Rejim’i yıkmayı başarıyorlardı. Esed’i kurtaran desteğe çağırdığı Hizbullah, İran ve arkasında ABD’nin olduğunu artık herkesin bildiği Deaş’tır.
Türkiye bu süreçte kalkışmanın ilk altı ayında hiçbir müdahalede bulunmuyor. Esed ile görüşmeler devam ediyor, Esed temsilcisini Türkiye’ye gönderiyor. Esed Arapları ülkesini karıştırmakla suçladığı dönemde Türkiye’yi bu şekilde suçlamıyor. Fakat ölümler on binleri aşınca, Rejim şiddet kullanmada sınır tanımayınca, hava saldırılarıyla katliamlara başlayınca Türkiye zaten kapısına dayanan göçmenler ve devamlı yaralıların sınırdan Türkiye’ye taşınmaya başlamasıyla, Türkiye topraklarına düşen bombalarla savaş Türkiye’nin içerisine taşınmıştı.
Türkiye bu dönemde ılımlı muhaliflere yardım etmeye dikkat etti. Muhalifleri bu istikamette tutmak konusunda ciddi gayret sarf etti. Batılı servislerin Irak’ta Afganistan’da yaptıkları bilindiği için aşırı grupların bu desteklerle öne çıkması engellenmeye çalışıldı. Türkiye Suriye’de bu dönemde ılımlıları desteklemekle  doğru bir strateji ortaya koymuş Suriye’yi Afganistan’da gerçekleştiği gibi yeni bir Taliban vakasından korumuştur. Batılılar Deaş eliyle bunu başarmış olsalar Suriye’de Talibanvari bir devlet kurulsaydı bu bölge için çok daha büyük felaketler doğurabilirdi. Bu şekilde İsrail’in Suriye’yi işgalinin önü açılmış olacaktı. ABD bu paralelde ılımlı muhalefete verdiği desteği kesmiş eğit-donat planı konusunda hep isteksiz davranmıştır. 
Bu çok konuşulmayan bir konudur; Türkiye ısrarla ılımlı muhalifleri desteklemiştir örneğin El Nusra’yı 2013’te terör örgütü olarak ilan etmiştir. Suudi Arabistan Suriye’de desteklediği selefi gruplar gibi aşırı gruplara Türkiye de destek verse belki Esed rejimi yıkılmış olurdu ama Suriye’de batılıların B planını yürüteceği  Talibanvari-El Kaideci veya İran'ın desteğiyle Hizbullahçı bir yönetim gelirdi ve ardından BM kararıyla Suriye İsrail'in de içinde bulunduğu bir koalisyonla işgal edilmiş olurdu. Türkiye ılımlıları destekleyerek 2016’da Fırat Kalkanı harekatını yaparak Deaş’ın ilerleyişini durdurmuş, bölge için en büyük problem olacak planı bozmuştur.
Buraya kadar olanlar Suriye’de ilk perdeydi. Batılıların ilk hedefi gerçekleşmedi.
Suriye’de ikinci perde, Türkiye’nin Suriye rejimiyle savaşa çekilmeye çalışıldığı dönem başladı. Bu dönemde Reyhanlı’da 11 Mayıs 2013'te  arkasında Suriye rejiminin olduğu çok açık olan büyük bir patlama gerçekleşti. Deaş hızla Türkiye sınırına dayandı aynı günlerde Musul Konsolosluğu Deaşlı teröristler tarafından basıldı ve Türkiye’de Deaş tarafından seri halde büyük terör olayları gerçekleştirildi. Deaş’ın Suriye’de güç kazanmaya, bölgesini büyütmeye çalıştığı dönemde Türkiye’de terör eylemleri yapmasının mantıklı bir açıklaması yoktur. Bu süreçte yapılmak istenen Türkiye’yi Suriye’de savaşa sokmaktı. Türkiye bu tuzağa da düşmedi. Hatta o dönemde Obama Türkiye’yi açıkça Suriye’ye girmeye teşvik ediyordu.
The Atlantic dergisinin dış politika yazarı Jeffrey Goldberg, ABD Başkanı Obama ile yaptığı mülakatı aktarırken “Obama, Erdoğan’ı başta Doğu-Batı bölünmesine köprü olabilecek ılımlı bir Müslüman lider olarak görüyordu. Ama artık Obama, Erdoğan’ı bir fiyasko, muazzam ordusunu Suriye’ye istikrar getirmek için kullanmayı reddeden otoriter bir lider addediyor.”
Türkiye, Suriye krizinde ikinci badireyi de savaşa girmeyerek başarıyla atlatmış sayılmalıdır.  Böylece Türkiye, Suudi Arabistan’ın Yemen’de düştüğü duruma düşmemiştir.
Suriye’de yaşanan bütün olaylara bakınca 2011’lerde kürselcilerin daha çok söz sahibi olduğu ABD aklının Suriye’de birkaç planı olduğunu anlıyoruz.
Suriye’de, Afganistan’da ve Irak’ta olduğu gibi karışıklık çıkartıp bölgeyi istikrarsızlaştırmak.
Küreselciler aynı zamanda dünya finans sektörüne de hakim oldukları için 2000’li yıllar boyunca Ukrayna’dan, Brezilya’ya, Arap Baharından Türkiye Gezi olaylarına kadar birçok ülkede istikrarsızlaştırma operasyonlarına müdahil olarak faizlerin yüksek seyretmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu paralelde Suriye’deki olayları öncelikle buradan da görmeliyiz.
Yine küreselcilerin Irak petrollerini Akdenize taşıyacak bir koridor devleti kurdurmak. Bu koridor devleti PYD/PKK’ya kurdurup zenginleşmiş ama destekçi ülkelere mahkum bir kürt devleti oluşturmak ve bununla bölgeyi özellikle Türkiye’yi tehdit etmek.
Suriye soğuk savaş döneminde Sovyet blokunda, özellikle Putin döneminde  Rusya ile iyi ilişkiler içerisinde olan bir ülkeydi. Lübnan’da askeri varlığı vardı. Suriye daha 2005 yılında Irak’tan sonra Suriye’de operasyon alanına çevrilmek isteniyor bu yüzden Lübnan Başbakanı Hariri suikastı ile Suriye yönetimi ilişkilendiriliyordu.
Amerikanın Sesi haber sitesinde 2005 tarihli bir haber;
BM'nin Kararı Suriye'de Öfkeyle Karşılandı
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Hariri suikastı soruşturması çerçevesinde, Suriye’yi tam işbirliğine çağıran kararı oy birliğiyle kabul etti. Güvenlik Konseyi’nin kararı Suriye’de öfkeyle Lübnan’da ise sevinç gösterileriyle karşılandı.

Eski Lübnan başbakanı Refik Hariri, Suriye’nin ülkesindeki siyasi ve askeri varlığına karşı çıkmasıyla tanınıyordu. Şubat ayında, Beyrut’ta, eski başbakanın otomobili geçerken patlayan bomba Refik Hariri’yle birlikte 15 kişinin de ölümüne sebep oldu. Suikasttan sonra tüm gözler Suriye’ye çevrildi ve Şam hükümeti, ısrarla olayda rolü olmadığını savunmasına rağmen, dış baskılara dayanamayarak Lübnan’daki 15 bin askerini geri çekmek zorunda kaldı.

Amerika, İngiltere ve Fransa’nın girişimiyle Birleşmiş Milletler suikastla ilgili soruşturma açtı. Alman savcı Delvet Mehlis, geçen hafta Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda, suikasttan Suriye ve Suriye yanlısı Lübnanlı yetkilileri sorumlu tutuyor; Şam hükümetini soruşturmaya yardımcı olmamakla suçluyor.
20 yaşlarındaki genç, kararın Amerika’nın baskısıyla alındığını, halbuki Araplarla ilgili kararları Arapların alması gerektiğini savunuyor. Adının Tamam olduğunu söyleyen başka bir Suriyeli ise, Birleşmiş Milletler’in, Irak’da olduğu gibi Suriye’de de iç savaş çıkarmaya çalıştığı görüşünde.
Daha önce İsrail Suriye barış görüşmeleri için devreye giren Erdoğan Hariri suikastiyle sıkıştırılan Suriye’yi işgal tehtidinden kurtarmak için (Afganistan Usame bin Ladin’i saklıyor diye işgal edilmişti) yine devreye girmişti. Daha sonra Esed ile ilerleyen dostluğun temelinde Erdoğan’ın bu girişimleri vardır.
Erdoğan’ın taraflar tarafından ‘’güvenilir adam’’ ilan edilerek başlattığı İsrail Suriye barış görüşmeleri;
Küreselcilerin ABD devletini petrol ve silah şebekesi için istediği gibi kullanabildiği George W Bush ve Obama dönemlerinde bölgenin Türkiye dahil  ülke ülke karıştırılacağı gizlenmeyen bir plandı. Irak’tan sonra Suriye’nin bir sebeple mutlaka işgal edileceği, iç karışıklığa sokulacağı bekleniyordu. Suriye'nin bu durumu Arap Baharından bağımsız olarak Afganistan, Irak süreci paralelinde gelişecek bir operasyondu. 2011’de başlayan Arap Baharı furyası Suriye’de batılıların işlerini kolaylaştırdı. Aslında bu durum Suriye karışıklığının plansız başlamasına da sebep olmuştur. Türkiye o dönemde çok iyi ilişkiler içerisinde olduğu Suriye’ye Arap Baharı kalkışmalarının taşmasını istemiyordu. Esed ile kurulan diyalog Suriye’nin demokrasiye geçişini sağlayacağı umuluyordu. Bu yüzden kalkışmanın ilk 6-7 ayında Türkiye hep çatışmaların bitirilmesi yönünde, Esed ile diyaloğu kesmeme yönünde çaba sarf etti. Fakat bu kalkışmayı fırsat bilen batılı servisler birçok şehirde provakatif girişimlerde bulunduğu biliniyor.
Obama ABD’si o dönemde İran ile başka bir ilişki içerisindeydi. Şii hilalini kurması yönünde İran açıktan destekleniyordu. Irak İran’a verilmişti. Yemen, Bahreyn İran’ın söz sahibi olması için destek verilen bölgelerdi. Suriye’ye İran müdahalesi de bu yüzden engellenmedi. Hizbullah’ın Suriye’de etkili olması Esed üzerinde bir vesayet oluşturmaya başladığı, İran’ı Esed’in hamisi haline getirdiği günlerde Esed Rusya’yı Suriye’ye çağırmıştı. Esed kendi bekası için İran yerine Rusya’yı tercih etmişti.

Deaş kısa surede ılımlı muhaliflerin elindeki bölgeleri ele geçirdi

Deaş elindeki bölgelerin bir kısmını PYD'ye bıraktı;
Deaş'a tek ciddi operasyon Türkiye'den geliyor;
Fırat Kalkanı Harekatından sonra Deaş dağılıyor;

Sonuç; Suriye’de  Arap Baharından bağımsız olarak Afganistan, Irak’ın ardından bir sebeple işgal edilecek iç karışıklık çıkarılacaktı. Arap Baharı kalkışmayı erkene almıştır. Türkiye’nin bu kalkışmayı engelleme imkanı yoktu. Çünkü Arap diktatörlükleri arasında en baskıcı olanı, halkı nezdinde meşruiyeti en zayıf olan ülke Suriye yönetimiydi. Suriye halkı diğer ülkelerde kısa zamanda başarıya ulaşan bu fırsatı kullanmak istedi. Türkiye ilk başta kalkışmayı engellemek istedi, sonra Esed’in katliam yapmasını engellemeye çalıştı, kalkışma neticesinde aşırıcıların öne çıkmaması için ılımlıları destekledi.  Deaş’a tek ciddi operasyonu yapan devlet olarak Deaş’ın dağılmasını sağladı. ABD’nin oluşturmaya çalıştığı terör koridor devletini engelledi. Türkiye Suriye’de sahaya indiğinden beri Suriye’de ölümler çok az seviyeye indi. Türkiye sahaya inmeden önce her gün yüzlerce sivil ölüyordu.
 Suriye’de Türkiye’nin elini rahatlatan gelişmelerden biri de ABD’de küreselcilerin desteklediği Demokratların iktidara gelememesidir. Küreselciler bölgede İran’a büyük bir misyon yüklemiş vaziyetteydiler. Suriye’de oluşturulmak istenen koridor devleti küreselcilerin önemli bir projesiydi. Trump ABD’nin parasının bu projeler için harcanmasına karşı bir politika ilan etmişti. İran konusunda yeniden eski ABD politikasına dönüldü. Yine küreselciler ABD’de iktidara gelseydi Türkiye-İran çatışması bizi bekleyen en büyük tehlikeydi. Bu yüzden Trump’ın bütün deliliklerine rağmen bizde büyük bir kredisi vardır. Zaten Trump deli olmasa ne başkan adayı olabilirdi ne de küreselcilerle baş edebilirdi.
Suriye'de işlerin çıkmaza girmesinin en büyük sorumlusu İran ve Hizbullah'tır. Batılılar Irak'ta henüz işlerini bitirmediği için Suriye'de hazırlıksız yakalandı. Eğer İran ve Hizbullah Esed'e desteğe gelmeseydi Esed Rejimi ılımlı muhalifler tarafından yıkılacak veya Esed serbest seçime razı olacaktı. Hizbullah'ın devreye girmesi ve Esed'in ömrünü uzatması Irak'ta işlerini yoluna koyan Deaş'ın Suriye'ye girmesini sağladı. Deaş'ın gelmesi Rusya'nın Suriye'ye gelmesine bahane oldu. Neticede şehirler şiddetli bombalanmaya maruz kaldı, ılımlı muhalifler gücünü kaybetti, PYD bölgesini genişletti ABD Suriye'ye yerleşti. İran korkarız bunun bedelini ağır ödeyecektir.








4 Eylül 2019 Çarşamba

Çözüm Süreci CHP-HDP birlikteliği karşılaştırması

Çözüm Süreci, PKK'ya ve siyasi uzantısına karşı kürt halkını güçlendirmek amacıyla yapıldı. Sloganı ''analar ağlamasın'' dı.
Hapiste devletin kontrolündeki Öcalan ile suça bulaşmamış halk arasında bir köprü kurulması sağlanması yoluyla Kandil ve BDP/HDP'nin bypas edilmesi, etkisiz kılınması hedefleniyordu.
Bugün CHP'nin yapmak istediği, HDP'nin gücünü kullanmak. Bu yüzden HDP'nin peşine takılan kürtleri çoğaltmak istiyor. HDP'nin güçlü kalması için Kandil'in güç kaybetmemesini istiyor. Çünkü biliniyor ki, Kandil'in bölgede korku salma etkisi azalınca kürt köylerinden HDP'nin aldığı oy azalıyor.
Çözüm Sürecini yürütenlerin hedefi ve menfaatleri dağdan dönüş üzerineydi. Çünkü Kandil ve BDP/HDP zayıfladıkça iktidar partisinin oyu artacaktı
CHP'nin hedefi ve menfaati dağın güçlü kalması üzerine. Çünkü Kandil ve HDP güçlü kaldıkça ittifaklarının oyu artacak.


Analar ağlamasın yerine anaların HDP kapısına yığılmasında payı olanlar, iki dünyada da hesabınız ağır olacak.

30 Temmuz 2019 Salı

Göçmenlerin Bize Sağladığı Güç


Suriye iç savaşı ve bizim oraya müdahil olmamız bizi bir üst lige çıkardı. Kendi iç savaşını engellemeye çalışan ülkeden başka ülkenin iç savaşını büyük devletlerle masada ve sahada çözmeye çalışan bir ülke haline getirdi bizi. Rusya ile ilişkilerimiz gelişti, bu ilişki bize dünyada s400 alan Çin'den sonra ilk ülke olma imkanını verdi.. Irkçılığın son dönemde hızla  yükseldiği AB ülkeleriyle ciddi sorunlarımız vardı, bize her fırsatta sorunlar çıkartan bu ülkeler son 2-3 senedir Suriyeli göçmenlerden  korktukları için bize bulaşmamaya çalışıyorlar. Avrupada son yıllarda Türklere karşı artan ırkçı saldırılar son 2-3 yıldır artmamakta hatta azalma eğilimine girmiştir. Bu durum AB ülkelerinde her seçimde ırkçı partilerin oylarını artırmasına rağmen olmaktadır. Buna paralel olarak Avrupadaki Türkleri göçmenlikten avrupalılar ile göçmenler arasında bir yere taşımıştır. Burada Suriyelilerin yükünü taşımak Avrupadaki Türklere olan saldırıları, dışlanmayı azaltmaktadır. Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarımız konusunda AB ülkeleri çok daha fazla üzerimize gelebilirdi. Fakat AB’li sözcüler, bugünlerde Türkiye’ye karşı ellerinin güçlü olmadığını söylemek durumunda kalıyorlar, bu durum ABD basınına da yansımıştır.
 Evet biz bunları hesap etmeden Suriyeli kardeşlerimize kapımızı açtık büyük bir yükü üstlendik ama geldiğimiz noktada nükleer silahın sağlayamayacağı bir gücü bize sağlamış olmadı mı bu ensarlık?
Önceki dönemden bize  güçlü, nükleer silahı olan, sanayileşmiş bir ülke bırakılmadı ama geleneklerimizde olan göçmenlere kapı açma geleneği bize bugün büyük kapılar açıyor. Bu dönemde her alanda çıta yükseltildiği gibi göçmen kabulünde de çıta yükseltilmiştir olan budur. Hiç bedel ödemeden büyümek ve güçlenmeyi beklemek bizi bir yere götürmez.
Şimdi bu sermayemizi de içimizdeki bencil ve korkaklar yüzünden kaybetmeyelim.

25 Temmuz 2019 Perşembe

suriye


Suriye 1963 yılından itibaren OHAL altında idare edilmekteydi 1970 yılından beri de darbe ile idareyi ele geçiren ve nüfusun %13’ünü oluşturan Nusayriler tarafından idare edilmektedir. Dünyada nüfusun %13’ünün yönetimi elinde tuttuğu başka bir ülke yok. Aynı şeyi Türkiye için düşündüğümüzde 3-4 vilayetimizden değilse hiç bir vatandaşın yönetime gelemediği bir ülke olmak demek. Buna Türkiyeliler ne kadar sabrederdi.
Suriyeli neler yaşadı?
Katliam ve işkence Baas rejiminin en temel özelliğidir. Rejime yakın duran çevreler dışında Suriye’de işkenceye maruz kalmamış yurttaş bulmak neredeyse imkânsızdı. Muhalifler özellikle de Müslüman Kardeşler ajan olarak suçlanır avukat tutma hakkı olmadığından mahkumiyetten kurtulmak çok zordu.
Şubat 1982’de Hama şehri üç hafta süreyle top atışına tutuldu eski şehir tamamen yıkılmış hatta yıkıllan bina içlerinde muhalifleri ele geçirmek için zehirli gaz kullanılmıştı. Ölü sayısı 40.000.
2006'dan itibaren muhaliflere uygulanan seyahat yasakları Arap dünyasındaki en ağır seyahat yasakları olarak tanımlanmıştır. 1962 yılında binlerce Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış ve onların soyundan gelenler "yabancılar" olarak fişlenmiştir.[
2009 yılında Gazetecileri Koruma Komitesi, dünya üzerinde blogger olmak için en kötü 10 ülke listesinde Suriye'ye 3. sırada yer vermiştir
İnternet sansürünün yoğun olduğu ülkede, politik sebeplerle internet siteleri yasaklanmış ve bu sitelere erişenler tutuklanmıştır. 2007 yılında kabul edilen bir yasa uyarınca internet kafeler, kullanıcılarının internet forumlarında yaptıkları tüm yorumları ve paylaşımları kaydetmek ve devlete bildirmekle yükümlü tutulmuşlardır.[96] Wikipedia, YouTube, Facebook, Twitter gibi internet siteleri sınırsız süreyle kapalı tutularak sansürlenmiştir. 
İşte bu şartları yaşayan Suriyeliler için arap baharı furyası bir fırsat olarak görüldü. Tunus’un Mısır’ın başardığını kendilerinin de başaracağı ümidiyle gösterilere başladılar.Şubat 2011’de Hüsnü Mübarek istifa edince Mart 2011’de de Suriye’nin  Dera şehrinde gösteriler başladı. Dünyada siyaseti takip eden herkes arap baharının en çok Suriye’ye yakışacağını biliyordu fakat Suriye devletinin sağlam istihbarat altyapısı bilindiğinden başarıya ulaşmaları zor görülüyordu. O günlerde Türkiye bir taraftan Suriye halkına sukunet telkin ederken diğer taraftan çok iyi ilişkiler içerisinde olduğu Suriye yönetimine demokratik açılımları biran önce devreye sokması için görüşmeler yapmaya başladı. Fakat Suriye demek sadece Esed demek olmadığından baas yönetimi Esed’i ilk ılımlı açıklamalarına ragmen barış yerine şiddet yoluyla gösterileri bastırmaya yöneltti. ( Türkiye’de Esed’e Esat denirdi bu İngilizceden tercüme olduğu için böyleydi İngilizce Assad yazıldığı için oradan Esat diye okunmuş.  Halbuki kelimenin anlamı arslan olan esed (الأسد ) kelimesidir, arap videoları izlenirse görülebilir). 
İlk büyük çatışmalar Humus, Dera ve Şam'da yaşansa da kısa sürede tüm ülke geneline yayılmıştı.
2012 ve 2013 yılları muhaliflerin avantajı ele geçirdikleri yıllar olmuştu. Muhalifler, Şam şehir merkezine bir kaç km'ye kadar yaklaşmış, Halep'in büyük bölümünü ele geçirmişlerdi. Humus'ta şehir merkezinde sert çarpışmalar yaşanmış, Kuzey ve Doğu Suriye büyük bir oranda rejimin elinden çıkmıştı.
Esed için sonun yaklaştığı günlerdi. Obama'nın kırmızı çizgimiz dediği kimyasal silahı da kullanan ( Haziran 2013) Esed  için artık sığınılacak ülke aranmaya başlandığı günlerdi.
Türkiye işte bu günlerde daha önce 80’li yıllarda Özal döneminde Afganistan iç savaşında muhaliflere yaptığı yardım gibi yine 1992-95 yıllarında  Özal ve ardından Demirel döneminde  Bosna savaşında Sırplara ve Hırvatlara karşı direniş gösteren Bosnalılara yaptığı yardım gibi yine 1994-96 yıllarında Çeçenistan-Rusya savaşında Türkiye istihbaratı neredeyse açıkça Çeçen direnişçilerine yaptığı yardım gibi Suriye halkına yardım etmeye çalışıyordu. Bütün bu saydığımız savaşlar ‘’meşru’’ sayılan devletlere karşı halkın direnişe kalktığı iç savaşlardır. Yani bu Türkiye devletinin geleneklerinde  olan bir durumdu.

 İç savaş sürecinde de ortaya çıktı ki aslında Batının Suriye üzerinde planları vardı. İsrail ve ABD Esed rejiminin yıkılmasını hiç istemedi. Esed’in yıkılmak üzere olduğu anda ABD icadı Deaşın imdadına kavuşması, İsrail’in Esed’i zorlayacak hiçbir girişimde bulunmaması Suriye rejiminin Rakka’yı Deaşa bırakması Rejimle YPG arasında ciddi çatışma olmaması Deaşın Rakkayı YPG’ye bırakması bütün bunlar ABD’nin Esed rejimini baştan beri ayakta kalmasını istediğini Esed hayranlarının bile gözüne sokmuştur.


İşte Türkiye’nin Suriye halkının dikta rejimden kurtulmak için başlattığı ve kısa sürede başarıya yaklaşan direnişçilerine yardımı bu dönemde başlamıştır. Fakat yabancı savaşçıların Suriye’ye gelmesi El-Kaide destekli grupların muhalefeti bölmeye başlaması ve Daeşin ortaya çıkması hem muhaliflerin gücünü kırdı hem de batı Deaşı stüdyolarda çekilen kafa kesme videolarıyla dünyaya servis etmesi neticesinde Suriye’de her şey birbirine girdi. Deaşın ortaya çıkması Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar’ın muhaliflere yardımı çok sınırlı hale düşürmesine sebep oldu. Kısa sürede az kayıp vererek gerçekleşecek bir devrim Batının kendi planını devreye sokmasıyla uzadı ve kanlı bir iç savaşa dönüştü. İran’ın deaş karşısında müdahil olarak devreye girmesi ardından Rusya’nın devreye girmesi savaşın Deaş eliyle uzatılmasının ardından gerçekleşen durumdur. Burada Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın şu sözüne yer vermek uygun düşer: "Bizler müdahalede bulunmasaydık Şam bir haftada düşerdi."  İran milletvekili Ali Rıza Zekai, Eylül 2014’te şöyle diyordu: “Suriye krizine yönelik kritik kararlar almakta gecikseydik ve askerî olarak müdahale etmeseydik Suriye rejimi düşerdi.”
Artık Daeş açısından her şey ortaya çıktı ama yine tekrar edelim ki Türkiye Suriyeli muhaliflere yardım ederken o muhalifler bölündü ve içlerinden Daeş çıktı Daeşe katılan bir savaşçı daha önce muhaliflerin içinde savaşmış olmasını veya o dönemde Türkiye’de tedavi görmesini Türkiye Deaşa destek verdi şeklinde anlamak ve anlatmak bizim için anlaşılır bir durumdur çünkü biz nice milliyetçi-ulusalcı muhaliflerimizin çukurcu HDP’nin seçimde başarılı olması için çalıştığını görmüş milletiz. Muhalif çat burda çat şurdadır yarın kimin nerede olacağı bilinemez

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...