Belki çoğumuz farkındadır ama o günleri yaşamayan gençler ve konunun taraflarını tanımayanlar için geçtiğimiz dönemde Ak Parti-Fetö-TSK sürecini ben de kendi penceremden anlatmaya çalışayım.
1980 darbesinde olduğu gibi 28 Şubat darbesinde de FETÖ yapılanmasına devlet tarafından bir baskı uygulanmadı.Çevik Bir islami bütün kurumlara hiza verirken FETÖ'ye de bir şeyler söyleyecek oldu hemen Demirel ve Ecevit tarafından uyarıldı ve bir daha onlar için bir şey söylemedi.
Devam eden günlerde bir çok cemaate bağlı kolejler, yurtlar, dershaneler tasfiye edildi. FETÖ bu süreçten güçlenerek ve rakipsiz kalarak çıktı.
Gülen hareketinin 60'lı yıllardan beri devlet tarafından desteklendiği herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Devlet o yıllarda laikliği, devletin dinlere karşı eşit mesafede olması şeklinde değil, İslam dininin siyasi anlamda bir yapılanmayla halk arasında yer bulmasına karşı sert bir duruş olarak kullanmaktaydı. Gülen hareketi de siyasal islama karşı desteklenmesi gereken ılımlı İslam olarak görülmekteydi. Bu yüzden ''laikçi'' askeriyenin ve ''laikçi'' yargının çok güçlü olduğu yıllarda çok hızlı gelişme gösterebilmiş ve en sıkı dönemlerde bile yurtlarına öğrenci evlerine dokunulmamıştır.
Aydınlık gazetesi 1999'da ''Devlete sunulan rapor Fethullah emniyeti ele geçirdi'' manşetiyle çıkmıştı.
Askeriyede çok sıkı tutulan taviz verilmeyen bir uygulama vardı. Dini hassasiyeti olan subaylar disiplinsizlikten suçlanarak (irtica suçlaması) YAŞ kararlarıyla orduyla ilişiği kesilirdi. Cemaat imamlarından bazıları sonradan yaptıkları itiraflarda o atılmalarda yok denecek kadar az cemaat üyesi ordudan atılmıştır demiştir. (Said Alpsoy)
2000 yılına gelindiğinde GATA, Personel dairesi ve İstihbarat Dairesi önemli oranda ellerine geçmişti. O yıllar itibariyle artık istediklerinin sicilini bozabiliyorlar, istediklerine sağlıksız raporu verebiliyorlar, istediklerine kötü istihbarat raporu veriyorlardı. Kurdukları sistem o hale gelmişti ki kendi adamlarının terfisi mekaniğe bağlanmış bir şekilde cereyan ediyordu. Askeriye, 2011 yılına kadar siyasetin dokunamadığı bir alandı askeri terfilerde siyasi iradenin en ufak bir tesiri olamıyordu.
Askeriyede çok sıkı tutulan taviz verilmeyen bir uygulama vardı. Dini hassasiyeti olan subaylar disiplinsizlikten suçlanarak (irtica suçlaması) YAŞ kararlarıyla orduyla ilişiği kesilirdi. Cemaat imamlarından bazıları sonradan yaptıkları itiraflarda o atılmalarda yok denecek kadar az cemaat üyesi ordudan atılmıştır demiştir. (Said Alpsoy)
2000 yılına gelindiğinde GATA, Personel dairesi ve İstihbarat Dairesi önemli oranda ellerine geçmişti. O yıllar itibariyle artık istediklerinin sicilini bozabiliyorlar, istediklerine sağlıksız raporu verebiliyorlar, istediklerine kötü istihbarat raporu veriyorlardı. Kurdukları sistem o hale gelmişti ki kendi adamlarının terfisi mekaniğe bağlanmış bir şekilde cereyan ediyordu. Askeriye, 2011 yılına kadar siyasetin dokunamadığı bir alandı askeri terfilerde siyasi iradenin en ufak bir tesiri olamıyordu.
Derin devlete bakacak olursak Susurluk sürecinden başlayan bir tasfiye sürecine girmiş, beyin takımı olmayan sadece saha görevlileri olarak bu yapıda yer bulabilen milliyetçiler, oyun dışı bırakılmıştı.
Fakat bir şey olmuştu 1999 yılı itibariyle Türkiye'de ulusalcılık akımı hızla yayılmaya başlamıştı bunun sembol olayı Ahmet Kaya'nın magazin gazetecileri derneği gecesinde lince uğraması olayıdır. Gerek askeriyede gerek derin devletteki Kemalistler ilginç bir şekilde tarihlerinde ilk defa ABD düşmanı olmaya başladılar. Bunun en önemli örneği MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç Paşa 2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada avrasyacılıktan bahsetmiş Rusya ve İran'la işbirliğini tavsiye etmişti. Bu anlayış neredeyse bütün Kemalistleri etkisi altına almıştı, yüksek yargıdaki hakimlerden subaylara kadar, medyadaki birçok köşe yazarından CHP'li siyasetçilere kadar bu anlayış yayılmıştı. 2003 yılında 1 Mart tezkeresine karşı çıkışta bu hava çok etkili olmuştu.
İşte bu günlerde büyük müttefikimiz(!) ABD Türkiye'de 50 yıldır irtibatta olduğu ortaklarını kaybetme durumuna gelmişti. Bunların yerine kimle işbirliği yapacağını çok düşünmedi çünkü 1990 yılından beri Orta Asya'da birlikte çalıştıkları Fethullah Gülen yapılanması yeterince kadrolaşmıştı.
Gülencilerin siyasetle ilgisi 1967'den beri aynı taktikle yürümüştü iktidara kim yakınsa o desteklenmişti. Sadece sağ partiler değil 1999'da Ecevit'e oy vermeleri için öğrenci evlerinde kalan gençlere seçim gecesi yemin ettirmişlerdi.
2002 seçimlerinde Gülenciler yeni bir şey yapmadılar iktidarın tek alternatifi olan Ak parti'ye destek verdiler.
Ak Parti iktidarında durum neydi? Ak Parti dayandığı taban itibarıyla devlette yer bulamamış bir çoğunluğa dayanıyordu. Bırakın askeriyeyi ve yüksek yargıyı, emniyette bile çok sınırlı sayıda Ak Parti tabanından rütbeli vardı.
Peki bu yüksek makamlar hangi görüşün sahiplerinin elindeydi. Mesela yüksek yargıda kaç tane MHP'li vardı kaç tane Refah Partili vardı? Sıfır. Kim vardı peki? Tamamı CHP'li veya onun da üstünde mason ve belli loca bağlantılı veya ta Osmanlı'dan gelen belli ailelere mensup insanlarla doluydu bu makamlar.
Bu insanlar 50 yıldır ABD'nin Türkiye'deki menfaatlerine asla ters düşmemiş insanlardı.
Aynı insanlar askeriyeyi, dış işleri bürokrasisini, aynı insanlar medyanın köşelerini ve yönetimini elinde tutuyordu. Halk kendine sadece alt tabaka memurlukta ve sınırları çok dar çizilmiş siyaset kurumunda yer bulabiliyordu. 2002 yılı seçimlerine gelindiğinde halk bu duruma isyan etmeye başlamıştı. 2001 yılındaki ekonomik krizde bir çok şey insanların gözlerine sokularak yapılmış uyanışı hızlandırmıştı. Ardından medyanın abartılı bir şekilde siyaseti dizayn etme girişimi Rodos toplantısında ifşa olmuş, Devlet Bahçeli meşhur çıkışlarından birini yaparak bu şebekeyi suçüstü yaparak ülkeyi seçime götürmüştü.
Peki bu yüksek makamlar hangi görüşün sahiplerinin elindeydi. Mesela yüksek yargıda kaç tane MHP'li vardı kaç tane Refah Partili vardı? Sıfır. Kim vardı peki? Tamamı CHP'li veya onun da üstünde mason ve belli loca bağlantılı veya ta Osmanlı'dan gelen belli ailelere mensup insanlarla doluydu bu makamlar.
Bu insanlar 50 yıldır ABD'nin Türkiye'deki menfaatlerine asla ters düşmemiş insanlardı.
Aynı insanlar askeriyeyi, dış işleri bürokrasisini, aynı insanlar medyanın köşelerini ve yönetimini elinde tutuyordu. Halk kendine sadece alt tabaka memurlukta ve sınırları çok dar çizilmiş siyaset kurumunda yer bulabiliyordu. 2002 yılı seçimlerine gelindiğinde halk bu duruma isyan etmeye başlamıştı. 2001 yılındaki ekonomik krizde bir çok şey insanların gözlerine sokularak yapılmış uyanışı hızlandırmıştı. Ardından medyanın abartılı bir şekilde siyaseti dizayn etme girişimi Rodos toplantısında ifşa olmuş, Devlet Bahçeli meşhur çıkışlarından birini yaparak bu şebekeyi suçüstü yaparak ülkeyi seçime götürmüştü.
2003 yılına gelindiğinde ordu içerisinde bir grup, alışkanlıkları gereği siyasete hiza verme girişimini görüşmeye başlamışlardı ki o günlerde düşman belledikleri ABD tarafından firenlendiler.
Aynı kişiler derin devlette de ABD için sakıncalı ortaklar olarak görülmeye başlandı. Bu kişiler tasfiye edilecek yerine ABD'ye bağlı yeni ortağın adamları yerleştirilecekti.
Ak Parti iktidarı açısından durum bıçak sırtıydı. Her an kapatılma davası açılabilirdi, bir ordu darbesine muhatap olabilirdi. Bütün bunlara karşı tek silahı ekonomiyi hızlandırmak, uluslararası sermayeye açık olmak ve ABD ve AB'yi dışlamaya başlayan laiklere göre daha makul olduğunu dünyaya göstermeye çalışmaktı.
Aynı kişiler derin devlette de ABD için sakıncalı ortaklar olarak görülmeye başlandı. Bu kişiler tasfiye edilecek yerine ABD'ye bağlı yeni ortağın adamları yerleştirilecekti.
Ak Parti iktidarı açısından durum bıçak sırtıydı. Her an kapatılma davası açılabilirdi, bir ordu darbesine muhatap olabilirdi. Bütün bunlara karşı tek silahı ekonomiyi hızlandırmak, uluslararası sermayeye açık olmak ve ABD ve AB'yi dışlamaya başlayan laiklere göre daha makul olduğunu dünyaya göstermeye çalışmaktı.
2005 yılına gelindiğinde gündemi işgal eden haberler şunlardı. Kilise evler, Erdoğan'ın Amerikancılığı , Ermeniler aleyhine yazılar.(bu yüzden Orhan Pamuk, Nobel'i aldığı halde laik ulusalcı kesim mutlu olmamıştı) O günlerde Deniz Baykal Kürtlere karşı o kadar tahammülsüzdü ki meydanlarda esip gürlüyordu. Hitler'in Kavgam kitabı satış rekorları kırıyordu. Cumhurbaşkanı Sezer o derece marjinal bir ulusalcıydı ki gecesine katıldığı tek tv kanalı ulusalcıların cevval gazetecisi Tuncay Özkan'ın kanalı Kanaltürk olmuştu. Kanaltürk'te her akşam, emekli askerler tarafından hükümete parmak sallanarak tehditler savruluyor, laikçi gazeteci, yargı üyesi ve emekli askerler katıldıkları Cumhuriyet mitinglerinde ''ordu göreve'' pankartı taşıyordu.
Ulusalcılık almış yürümüştü.
Askeriye ve yargı bu havayı kullanarak Ak Parti hükümetinin alanını devamlı daraltmaya çalışıyordu.
Eğer ordu mensupları o günlerde ulusalcı olmayıp 28 Şubat günlerindeki batıcı günlerine dönseler darbe an meselesiydi.
Ulusalcılık almış yürümüştü.
Askeriye ve yargı bu havayı kullanarak Ak Parti hükümetinin alanını devamlı daraltmaya çalışıyordu.
Eğer ordu mensupları o günlerde ulusalcı olmayıp 28 Şubat günlerindeki batıcı günlerine dönseler darbe an meselesiydi.
Demokratik alanı daraltılan Ak Parti ABD'nin Gülen eliyle yapmak istediği şeyin farkındaydı.
Türkiye derin devleti el değiştirilecekti, gücü elinde tutan (kendileri dışındakilere baskı kurabilmek için alabildiğine kullandıkları Atatürkçülük maskeli) laiklerden ABD'nin yeni ortağı Gülencilere geçecekti.
Ak Parti'nin askeriyede, yargıda adamı olmadığı gibi derin devlette de adamı yoktu.
Burada ince bir strateji uygulanacaktı, ulusalcı cunta her zaman tehditti ki 2008'de partiye kapatma davası açılmıştı. Bu süreci atlatabilmesi için tek yol ABD'nin Gülencilerle yapmak istediği tasfiyeyi belli dengede yürütmek ve güç yeterince eline geçtiğinde Gülencileri de tasfiye etmek. Başlatılan Ergenekon davalarında aslında sadece Kanaltürk'te yapılan konuşmalar ve Cumhuriyet mitingleri darbeciliğe delil olarak yeterdi. Ergenekon ve Balyoz davalarında içeri atılan bir çok insan demokratik teamüllere göre suçluydu fakat Gülenciler işi abartıp fazla sayıda kişiyi içeri atıyordu ve bu Ak Partilileri rahatsız ediyordu ama delil toplayan ve davayı yürüten savcılara karşı öne sürecek argümanları yoktu. Fakat işin aslı Türkiye'de cumhuriyet tarihi boyunca halkı yönetimden uzak tutanların en büyük silahı TSK'ydı . Halkın yanında durması gerekirken bu güç odaklarına alet olan TSK sırf bu yüzden baştan aşağı suçlu sayılırdı.
Türkiye derin devleti el değiştirilecekti, gücü elinde tutan (kendileri dışındakilere baskı kurabilmek için alabildiğine kullandıkları Atatürkçülük maskeli) laiklerden ABD'nin yeni ortağı Gülencilere geçecekti.
Ak Parti'nin askeriyede, yargıda adamı olmadığı gibi derin devlette de adamı yoktu.
Burada ince bir strateji uygulanacaktı, ulusalcı cunta her zaman tehditti ki 2008'de partiye kapatma davası açılmıştı. Bu süreci atlatabilmesi için tek yol ABD'nin Gülencilerle yapmak istediği tasfiyeyi belli dengede yürütmek ve güç yeterince eline geçtiğinde Gülencileri de tasfiye etmek. Başlatılan Ergenekon davalarında aslında sadece Kanaltürk'te yapılan konuşmalar ve Cumhuriyet mitingleri darbeciliğe delil olarak yeterdi. Ergenekon ve Balyoz davalarında içeri atılan bir çok insan demokratik teamüllere göre suçluydu fakat Gülenciler işi abartıp fazla sayıda kişiyi içeri atıyordu ve bu Ak Partilileri rahatsız ediyordu ama delil toplayan ve davayı yürüten savcılara karşı öne sürecek argümanları yoktu. Fakat işin aslı Türkiye'de cumhuriyet tarihi boyunca halkı yönetimden uzak tutanların en büyük silahı TSK'ydı . Halkın yanında durması gerekirken bu güç odaklarına alet olan TSK sırf bu yüzden baştan aşağı suçlu sayılırdı.
İşte bu süreçte Gülenciler kadrolaşma işini daha da abarttılar Ak Parti ana kadrosundan olan bir çok bürokrat bile bu dönemde kenara itildi. Para kaynağı görülen mevkiler Gülenciler eliyle işgal edilmekle kalmadı bürokratlar şantaj ve tehditle yolsuzluk yapmaya zorlandı. Bu belli bir zamana kadar devam etmesi gereken bir dönemdi çünkü gerek ordu mensupları gerek yargı mensupları olan biteni anlamaktan uzaktı.
Taki Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in görev süresinin dolmasına iki yıl daha varken gördüğü lüzum( Bu istifa dönüm noktalarından biridir. Fetöcüler Koşaner gibi ''laikçi'' askerleri çok daha kolay manipüle edip kullanabiliyordu) üzerine istifa etmesiyle Necdet Özel 2011 yılında genelkurmay başkanı oldu ve Ak Parti hükümeti, Gülencilere karşı hamle yapmaya başladı 6 ay geçmeden Gülenciler Mit müsteşarına operasyon düzenleyerek ilk hamlesini yaptı. Örtülü yürüyen çatışma, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2013'te dershanelerin kapanması gerektiğini söylemesiyle iyice ısındı, 17-25 Aralık operasyonu ile devam etti ve darbe girişimiyle son buldu.
Ak Parti, Gülencileri destekledi, ortaktılar mevzusu budur. Gülen hiç bir zaman Milli Selamet Partisi'ne de Refah Partisi'ne de oy verdirmedi. Bu yüzden Erdoğan'ın seveceği gönülden destekleyeceği bir yapı değildiler. Gülen hareketi Erdoğan'ın mensubu olduğu siyasi akıma karşı baştan beri devletçe desteklendiği, Ak Partililerin bildiği bir şeydi ve 2000'li yıllarda batı karşıtı olmuş kemalistlerin tasfiyesinden sonra Ak Parti'nin tasfiye edileceği Ak Parti âkillerince çok iyi bilinmekteydi. Sadece konjonktürün zorunlu kıldığı bir beraberlik vardı. Bu zorunlu ve riskli süreci bugün başa alsak belki yine aynı şekilde işletilmesi gerekecektir.
Osmanlının son döneminden beri tabanda karşılıkları olmadığı halde belli güçlerle işbirliği yapabildikleri için güç sahibi olan aynı zamanda dine uzak duran, batıya karşı kompleks derecesinde hayran insanların ele geçirmiş olduğu devlet kadrolarını halka açabilmenin ve devleti yeniden sahibine, halka iade etmenin başka yolu yoktu.
Türkiye'nin bu değişimi dünya tarihinde gerçekleşen en yumuşak devrimlerdendir. Bunda Türkiye ve dünyada birbirini takip eden, bizim önümüzü açan gelişmelerin etkisi büyüktür. Türkiye'de son zamanlarda yaygınlaşan, dinin sahih şekilde kaynağından öğrenilmesi, çağın diliyle ve anlayışıyla yeniden vücuda kavuşturulması gayretleri inşallah Türkiye'ye yüklenen bir misyon olarak Büyük Makamda kabul bulacaktır.
Ve yaşadığımız süreci yani art arda yaşadığımız ve birbirine destek olan olayları geriye dönüp baktığımızda şöyle anlamlandırabiliriz.
Ve yaşadığımız süreci yani art arda yaşadığımız ve birbirine destek olan olayları geriye dönüp baktığımızda şöyle anlamlandırabiliriz.
Bedir savaşı için ifade edilen,
O gün siz, vâdinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allâh, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın. Çünkü Allâh, işitendir, bilendir. (Enfal 42)