15 Ocak 2020 Çarşamba

Lozan'dan Sonra Montrö'yü İmzalamamızı Ne Sağladı

Lozan Anlaşmasının tam bağımsızlığımızı sağlamadığı konulardan biri de boğazlardır. Lozan'a göre İstanbul Boğazı'nın iki tarafı 15 km Türk askerinden arındırıldı. Yani biz İstanbul'un büyük bölümünde asker bulunduramıyorduk Lozan'a göre. Boğazdan her türlü gemi savaş gemileri de serbestçe geçebiliyordu. Yani ekonomimizin çoğunu barındıran İstanbul tamamen savunmasızdı.
Peki ne oldu da Montrö anlaşmasını yapma imkanımız doğdu.
''Hitler Almanya’sının Versaillies Antlaşması(7 Mayıs 1919)’na aykırı olarak silahlanmaya başlaması(1934) ve Mussolini İtalya’sının 1935’te Habeşistan’a saldırması ile birlikte Türkiye, Boğazları’nın savunmasız durumunu gündeme
getirmiştir. Hitler’in Versaillies Antlaşması hükümlerine aykırı olarak zorunlu askerlik sistemini kabul etmesi ile ortaya çıkan durum için 17 Nisan 1935’te toplanan Milletler Cemiyeti’nde T.C. Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras; “Türkiye’nin güvenliği ve her devlet gibi savunma hakkının tanınması” noktasında hareket ile Boğazların askersizleştirme hükmünün iptalini istemiştir. Karadeniz'e kıyısı olan ülkeler başta olmak üzere İngiltere de yaklaşan faşist yayılmacılığa karşı boğazların savaş gemisi geçişlerine sınırlandırılmasına destek verince Montrö imzalanmıştı.
Neticede bizi kurtaran 1. Dünya savaşında diğer devletleri çok korkutan Almanya'nın Hitler ile yeniden tehlike arz etmesi, bizim boğazları büyük oranda yeniden sahiplenmemizi sağladı.

Kanal İstanbul ve Çin

Kanal İstanbul 75 Milyar TL'lik bir proje olduğu hesaplanıyor. Türkiye bu kadar parayı ortalama her yıl SGK'yı desteklemek  için bütçeden ödüyor. Yani bu büyük bir para değil. Üstelik Kanal'ın çevresinde üretilecek şehirden bu para kısa zamanda çıkarılabilir.
Fakat bu kanal projesini Yap-İşlet- Devret modeliyle Çinlilere vermek daha stratejik görünüyor. Türkiye son yıllarda kurduğu siyasi dengeyle gücünün çok üzerinde pazarlıkların olduğu masalardan kazançla kalkıyor.
Stratejik kanal projesine iyi bir anlaşmayla Çin'i ortak etmek ilerleyen yıllarda çok daha güçlenecek Çin'i kendimize ortak etmek demektir bu bize büyük siyasi alan kazandırabilir.
ABD ve Rusya'dan sonra Çin'i de denge siyasetimize dahil etmiş oluruz

Kasım Süleymani


Küreselciler Obama döneminde İran’a ‘’şii hilali’’ kurma misyonu yüklemişti. İran ve Kasım Süleymani bölgede bu gücü küreselcilerin bu desteğinden alıyordu. Trump gelince İran ve şii hilali projesi rafa kalktı.
İran bu havanın etkisiyle Suriye iç savaşına müdahil oldu. Kasım Süleymani Hizbullah’ı ve Devrim Muhafizlarından kurduğu Fatimiler Tugayını, şii gruplardan oluşan birçok silahlı oluşumu Suriye muhalefetine yani ÖSO’ya karşı organize edip Esed’I kurtarmıştı. Henüz o günlerde ÖSO Suriye generallerinin liderlik ettiği yerel unsurlardan oluşuyordu. Yabancı savaşçılar çok etkin değildi. Yani Suriye iç savaşı kolay ve iç dinamiklerin gücüyle sonuçlanmak üzereydi ve rejim el değiştirmek üzereydi.
Bu durumu Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah bizzat ifade etmişti: "Bizler müdahalede bulunmasaydık Şam bir haftada düşerdi." Aynı şekilde İran milletvekili Ali Rıza Zekai, Eylül 2014’te şöyle demişti: “Suriye krizine yönelik kritik kararlar almakta gecikseydik ve askerî olarak müdahale etmeseydik Suriye rejimi düşerdi.”
2012'nin sonlarında düşmek üzere olan Esed rejimini kurtarmışlar ve yüz binlerce müslümanın ölmesine, ülkesini terk etmesine sebep olmuşlardı. Peki Suriye ve Esed onlara yar olmuş mudur, hayır.
Esed baktı ki İran ve Hizbullah vesayeti işine gelmiyor, Rusya’yı çağırdı. Böylece Rusya Suriye’ye çöktü, YPG alan buldu, İsrail rahatladı.
Fakat Türkiye muhalefeti, Suriye’de olan biten bütün olumsuzlukları yine Türkiye hükümetinden bilmeye devam etti.
Suriye İç Savaşını Türkiye Engelleyebilir miydi? Olayların Kronolojik Gelişimi ile ilgili detaylı bilgi için

Trump'ın Başına Çorap Örmeye Çalışan Küreselciler



TRUMP öncesinde ABD’de hakim olan küreselciler İran ile bir proje yürütüyordu. (şii hilali projesi) Bu yüzden İran, ABD’yi bütün haliyle hedef almaz. Çünkü ABD’de İran ile çalışmak isteyen kesim iktidarı her an ele geçirmek için türlü oyunlar sergilemektedir.
Bu bahsettiğimiz şebeke TRUMP’ın başına çorap örmek için en son TÜRKİYE-ERDOĞAN üzerinden bunu denedi. Fakat Türkiye akıllı politika yürütüp TRUMP’ın bütün ayarsızlıklarını absorbe edip TRUMP’ı elde tutmayı, ABD kamuoyunu hepten kaybetmemeyi başarınca yeni bir plan başlatıldı.
Şimdi TRUMP için yeni tezgah İran. Bakalım TRUMP İran operasyonunu Türkiye gibi atlatabilecek mi? Sanki onu bu durumdan da yine TÜRKİYE-ERDOĞAN kurtaracak gibi duruyor.

Kasım Süleymani konusunu nasıl tartışmalıyız?


Öncelikle Türkiye'de oluşturulan Suriye'yi Türkiye karıştırdı yanlış algısını düzeltmek için Kasım Süleymani'nin yıkılmak üzere olan Esed rejimini kurtarması uzun zaman gündemden düşürülmemeli. Kazanmaya çok yaklaşan Suriyeli muhaliflerin katliama uğramasında ve Türkiye'ye göç etmeye mecbur bırakılmalarında İranlı generalin rolünü hatırlatmalıyız. Rejime verdiği desteği, bizzat örgütlediği daha çok Afganlı şiilerden oluşan Fatımiler Tugayını ve birçok şii silahlı örgütü gündeme getirmeliyiz.
800-1200 İran vatandaşı Suriye’de rejim safında savaşırken hayatını kaybetmiştir. İran’ın Suriye’deki kaybı sadece askeri unsurlarla sınırlı kalmamıştır. İran Suriye’de iç savaşın başlamasından bu yana yıllık 6-17 milyar dolar Esad rejimine mali yardımda bulunmuştur. İran’ın sadece bu süreçte Lübnan Hizbullahı'na sağladığı yıllık mali destek 800 milyon dolar civarındadır. Bu yüzden İran halkı İran hükümetine isyan etme noktasına gelmiştir.
İran’ın Suriye’ye müdahalesi 2012’de başlamış ve 2015’te Rusya’nın da sahaya askerlerini sürmesiyle Suriye’de işler içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Suriye kendi iç dinamiklerine bırakılsaydı Esed 2012’de devriliyordu. Bu durumu o günkü gazete haberlerinden biliyoruz. Örnek olarak Mehmet Ali Brand’ın 20 Temmuz 2012 köşe yazısını okuyalım.
Bu yazıdan bir paragraf,
‘’Ancak ne yapabilecekleri konusunda soru işaretleri var. Esad’a cephane, silah ve para yardımı yapmanın ötesine geçebilmeleri imkansız. ABD veya Türkiye Suriye’ye fiilen müdahele ediyor olsalar, hadi neyse. Ancak ne Rusya ne de İran, Suriye’nin muhalif güçlerine karşı harekete geçemezler. Tek beklentileri, Baas rejiminin durumu kontrol altına alabilmesi. O da pek kolay görünmüyor. Tam aksine, iç savaş giderek yaygınlaşıyor. Moskova ve Tahran önümüzdeki dönemde desteklerini mutlaka sürdüreceklerdir, ancak bunun da bir süresi ve ölçüsü var.’’

Yeni Havalimanı ve Lodos

İstanbul Havalimanında fırtına sebebiyle bazı uçuşlar iptal ediliyor inişlerde zorluk yaşanıyormuş. Bu havalimanları işin sıradan bir konu ama bizde muhalefet yine bildiğimiz gibi.
Şimdi öncelikle bu havalimanı yap işlet modeliyle yapılmış. Bunu yapanlar 25 yıl bunu kendi adlarına işletecekler.
Milyarlarca dolar para yatıracakları yerin her şeyini hesap etmiş olmalarını beklememek nasıl bir kafa yapısıdır?
Bu kafa yapısı, hiç iş yapmaktan anlamayan, iş yapmamış boş insan kafa yapısıdır. Milyarlarca dolar para yatırmak nedir, buna kredi verenler bunun her şeyini araştırmaz mı, bunun çalışmaması bu iş adamlarının bütün işlerini batıracak sonuçlar doğurmaz mı?
Bizim bir komedyenimiz rüzgarı hesap etmiş uyarmış ama milyarları yatıran, yüzlerce mühendis çalıştıran iş adamları bunu hesap edememiş. Hadi bunu söyleyen komedyen ben komiklik yaptım der çıkar işin içinden de bu koroya katılan gençler kendi geleceklerini nasıl bir karanlığa yönelttiklerini ne zaman anlayacak?
Havalimanı o bölgede yapılacağı ortaya çıkınca bölgeyi gezdim. Ben de rüzgar konusunun sıkıntı olacağını düşündüm. Sonra araştırdığımda şunu gördüm. İstanbul’un ‘’belalı’’ rüzgarı LODOSTUR. Karadenizden esen poyraz daha çok esmekle beraber tehlike oluşturma oranı lodosa göre düşük. Atatürk havalimanı lodostan daha çok etkilenen yerdeydi, İstanbul havalimanı LODOSTAN en az etkilenecek yerdedir.
LODOS İstanbul’da hayatı çok daha fazla etkiler. Vapur seferlerini daha çok iptal eden, çatıları uçuran, balıkları bile etkileyen LODOSTUR Hatta insan psikolojisini de etkiler. Bizans döneminde lodos estiğinde mahkemeler iptal olur, Osmanlı’da kadılar karar vermeyi ertelermiş.

BOP Eşbaşkanlığı Meselesi


İslami gençlik  80’li 90’lı yılları Afgan cihadını, Bosna savaşını, Çeçenistan direnişini destekleyerek, takip ederek geçirdi. Bir kısmı bizzat bu savaşlara katıldı, diğerleri kendi ülkelerinden bu savaşları küffara karşı bilenme, bilinçlenme  olarak yaşadı.

90’lı yılların sonları itibariyle bu savaşlar bitti. Boşa çıkan on binlerce genç ülkelerine dönmeye başladı. Bir kısmı bu savaşı emperyalist ülkelere karşı intikam saldırıları başlatmak şeklinde devam ettirmek için örgütlenmeye başladı. Filistin'de de bu havaya paralel olarak büyük bir intifada başlamıştı.  İşte bu gelişmeler batıda büyük bir panik başlattı.

Savaşlardan boşa çıkan gençler tarafından birçok örgüt kuruluyordu. Savaşlarda komutanlık yapanlar ülkelerine dönüp silahlı mücadeleye varan hareketler oluşturmayı planlamaktaydı. Batı ülkelerinde özellikle ABD hedeflerine yönelik saldırılar planlamaktaydılar. Bazı saldırılar da başlamıştı. 
ABD istihbarat teşkilatları bu işleri iyi bildiği için ve bu yapıların içerisine bütün cephelerde sızmış olduğu için bu yapılanmalardan birini  seçti daha sonra  El Kaide adını alan bu örgüt içerisinden devşirdiği insanlarla gençleri yönlendirme girişimi başlattı. CIA her zaman yaptığı gibi yapmamaları gereken şeyleri onlara yaptırarak daha güçlenmeden işlerini bitirebilmek için çalışmalara başladı.
Diğer taraftan İslam ülkelerindeki baskıcı diktatörlüklerin bu tür isyancı gençlerin yetişmesine sebep olan iklimi oluşturduğu düşüncesiyle, bu diktatörlükleri demokrasiye dönüştürme, batının güvenliği için zorunlu görülmeye başladı.

İşte bu yıllarda Türkiye’de Ak Parti iktidara geldi.

Ak Parti bu gençler için rol model olarak sunulmak istendi. Ak Parti radikalizme karşı ılımlı olarak görülüyordu. Laik baskıcı bir ülke olarak bilinen Türkiye’de İslami siyasetçilerin bu başarısı dünyadaki diğer gençlere de örnek olarak sunulmak istendi. Erdoğan seçimi kazandıktan sonra daha başbakan olmadan önce Avrupa ve ABD gezisi yaptığında büyük bir ilgiyle karşılanmasının sebebi buydu.
Savaşçı müslüman gençlerin terör eylemleriyle batıyı ciddi sıkıntıya sokacağı endişesiyle Ak Parti iktidara geldikten bir süre sonra İslam ülkelerine bu örnekliğin taşınması için Büyük Ortadoğu Projesi şeklinde bir çalışma başlatılması konuşulmaya başlandı. 

Eşbaşkanlık bu şekilde gündeme geldi. Gençlerin teröre bulaşmak yerine demokrasiye geçen ülkelerinde siyaset ile bu amaçlarına ulaşmaya yönlendirilmeleri  isteniyordu. 

Bir süre bu amaçla bazı yayınlar, toplantılar yapıldıysa da kısa süre sonra  CIA’nın başlattığı El kaide projesi başarıya ulaşıp ABD Üsame Bin Ladin’i bahane edip Afganistan’a girince, ardından Irak’a girince İkiz Kuleler saldırısını gerekçe gösterip binlerce genci Guantanamo kampına taşıyıp kendileri açısından tehlikeyi bertaraf edince BOP projesi daha konuşulmaz oldu.

Bu günlerde ABD’de bir denizci subayının bir dergide yayınladığı Ortadoğu ile ilgili bir harita bu proje ile ilişkilendirilip piyasaya sürüldü. Bu komplocuların basit bir dezenformasyonuydu fakat ilginç şekilde çok tuttu. Bu dezenformasyon  çoğu zaman  yalan olduğu ortaya çıktığı halde hâlâ gerçekmiş gibi algı oluşturan durumlar gibi olmuştu.

 Bir kısım insan için BOP o harita ile bilindi. Şunu herkes bilir ki batı  ülkeleri böleceğini ülkeleri haritalara döküp o ülkelere ''iyi niyet'' eli uzatmaz.  Bu çok acemice bir şey olurdu. Batının tarzı bu değildir. Üstelik o BOP haritası olarak bilinen haritada proje sonucunda İsrail toprak kaybeden ülke olarak gösteriliyor , Ermenistan büyümüyor. Batı bu kadar operasyon yapacak ve İsrail  büyümeyecek bunu beklemek en büyük saflık olur.

Hep karıştırılan bir şey daha var. Daha sonra başlayan Arap Baharının bu durumla ilgisi yoktur o kalkışmalar Gürcistan’da, Kırgızistan’da Ukrayna’da yaşanan renkli devrimler sürecinin devamıdır. Bu ülkelerde art arda kalkışmalar olmuş, meydanlar doldurulmuş, seçilmiş Cumhurbaşkanları, hükümetler aşağı alınmıştır. Aynı durum Türkiye'de de Gezi olayları şeklinde yapılmak istenmiştir.

Tunus'ta başlayıp Mısır ve Yemen'de diktatörlerin istifa etmesi Suriyeliler için de ümit olmuş onlar da sokaklara dökülmüştür. Fakat Suriye rejimi diğer ülkelerin aksine çok şiddetle halka tepki göstermiş ve dışarıdan (İran, Hizbullah ve Rusya) aldığı desteklerle halkına kıyım yapmış ve ayakta kalmayı bugüne kadar başarmıştır.

9 Ocak 2020 Perşembe

Diyanet Bütçesi ve Osmanlı’dan Kalan Vakıflar


Son günlerde Diyanet’in bütçesi ve imamların aldığı maaş bazı kişiler tarafından çok gündeme getiriliyor. Bu insanların haklı olduğu taraf var gibi görülebilir ama işin aslı gözden kaçırılıyor.
İslami gelenekte özellikle de Osmanlı’da cami yaptırıldığında genellikle yanına medrese de yapılır bunların bakımı ve masrafları için de gelir getiren gayrimenkulleri olan bir vakıf kurulurdu..
Osmanlı uygulamasında imamların tayini, genellikle vakıf mütevellisinin teklifi ve şeyhülislamın işareti neticesinde verilen beratla yapılırdı.
Bu hizmetler genel olarak Evkaf Nezareti eliyle merkezi idare tarafından idare edilirdi.
Camiler ve medreseler için vakfedilen araziler büyük arazilerdi bugün bu vakıf arazilerinin üzerinde semtler mahalleler oluşmuş vaziyettedir.
Alibeyköy, Okmeydanı, Şişli’deki Kemalpaşa ve Beykoz’daki Ortaçeşme , Küçük Armutlu, Sarıyer'de Yeniköy Bağlar Mevkii, Çayırbaşı, PTT Evleri, Kazım Karabekir Mahallesi gibi onlarca semtin arazilerinin büyük kısmı vakıf arazisidir.
Yüzlerce örnekten iki tane örnek vererek devam edelim
Sultan Abdülaziz döneminde Aziziye Camisi'ne gelir getirmesi için bugün Beşiktaş’taki Akaret Sıra Evler diye bilinen ve 1987 yılında otel için bir şirkete 49 yıllığına kiraya verilen 56 rezidans, toplam 11 bin metrekarede 34 mağaza, 6 kafe-restorandan oluşan bu paha biçilemez yer Aziziye Camisi'nin ihtiyaçları için vakfedilen akardı.
İkinci örnek;
Üsküdar’daki Nalcacı Halil Camisi için Abdullah Paşa Vakfı adına kayıtlı Beykoz’da 35.000 dönümlük çiftlik vakfedilmiş. İsmet İnönü döneminde bu vakıf arazisine devlet tarafından el konuluyor, gerekçe olarak “Biz tekke ve zaviyeleri kapattık. Kapattığımız için vakfın hayır hizmeti kalmadı. Vakfa el koyduk” diyorlar. 1945 yılında İsmet İnönü, bir gecede 4785 Sayılı Yasa ile bütün tapulu yerleri orman ilan edip, “ben burayı devletleştirdim” diyor. Şimdi devlet 2B yasasıyla bu yerleri vatandaştan milyarlarca lira alarak vatandaşa tapu yapmış vaziyettedir.
Bu şekilde devlet koruyamadığı için İstanbul’un en iyi yerlerinde binlerce dönüm vakıf arazisi üzerinde kaçak yapılaşma yoluyla mahalleler kuruluyor.
Bunlar kaybolan vakıf malları
Kaybolmayıp Vakıflar Genel Müdürlüğünün denetimine geçen milyarlarca lira değerinde vakıf malı gelir getirmeye devam ediyor. Vakıflar Bankası yine bu vakıf mallarıyla kurulmuştur.
Osmanlı döneminde Efkaf Vekaleti bu işleri idare ediyordu. Vakıfların geliriyle cami giderleri karşılanıyordu. Cumhuriyet döneminde önce Şeriyye ve Efkaf Vekaleti kuruldu yine vakıflarla cami işleri bir aradaydı fakat 1924’te bu kurum lağvedildi yerine Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İlleri Başkanlığı kuruldu.
Köy camileri hariç şehirlerdeki cami imamlarının maaşını devlet maliyesinden ödenmeye başlandı. Vakıflar bütçesinden de 600.000 TL buraya aktarılması hükme bağlandı. Fakat bu para hiç vakıflardan aktarılmamış. Bu konuda dönem dönem yönetmelikler çıkmasına rağmen Diyanet ile vakıfların gelirleri hep ayrı yürümüş.
Şimdi ne yapılmalı?
Devlet bugün bütün ülkedeki bu koruyamadığı vakıf arazilerinin envanterini çıkarmalı, çıkartılan trampa yasası gereğince hazinenin başka yerdeki arazilerinden bu kayıp karşılanmalı, kaybolan değer ortaya çıkarılıp vakıflara geri verilmeli.
Vakıflar Genel Müdürlüğünün elindeki cami ve medreseler için vakfedilen vakıf malları tespit edilip Diyanet Vakfı'na devredilmeli.
Bunlar yapıldığında Diyanet mal varlığı konusunda Vatikan ile yarışır duruma gelir.
Diyanet teşkilatı artık devlet bütçesinden maaş almayacak. Bu devir işleri yapılana kadar maaşların ödenebilmesi için her vergi mükellefi vatandaşa yıllık 100 TL diyanet vergisi konulmalı. Bu isteğe bağlı olmalı isteyen gidip kendini bundan muaf tutabilmeli. Tabii şu şart konulmalı, bu vergiyi vermeyenlerin cenazesi camilerden kaldırılmamalı.

2 Ocak 2020 Perşembe

TOGO Kuleleri, Sinan Aygün, Fetö ve Mansur Yavaş


Bu işi taraflardan dinleyince ve biraz araştırınca anladıklarımız;
Sinan Aygün Fetö konusunda tam CHP’nin serüvenini yaşamış.
Ulusalcı olduğu dönemde Fetö’nün hedefi olmuş hapse atılmış. CHP’den milletvekili yapılarak kurtulmuş
Devletin Fetö’ye savaş açtığı dönemde Fetöcülerle ortak olmuş. Yavaş’ın iddiasına göre Aygün Fetöcülerle ortak olduğu dönemde Kılıçdaroğlu’nun en yakınındaki isimlerden olmaya devam ediyordu.
Ankara Büyükşehir Belediyesi imar konusunda çok bonkör davranmış. Bu bonkörlükten CHP’liler de nasibini almış.
Bonkörlük diyoruz çünkü verilen imarlar belediyenin yetkisi içerisinde verildi, yasalar belediye meclislerine maalesef bu yetkiyi veriyor. Belde belediyeleri bu konuda çok daha fazla yetkiye sahipti. Belde belediyelerinde istismarı engellemek için bu belediyeler büyükşehir belediyesi sınırlarında bu yüzden kaldırıldı.
TOGO Kulelerinde artırılan imar şöyle olmuş.
Bölgede imar 1.5 emsal. Yani 12 dönüm arsada(TOGO’nun arsası 12 dönüm) 12X1.5 = 18.000 m2. 5 dönümden büyük arsalarda belediyenin imar yükseltme yetkisi var. Çevredeki yapılar gibi buna da uygulanmış ve 2.1 emsale çıkarılmış. Yapının imarı 12 X 2.1= 25.200 m2 olmuş. Buraya kadar bir sorun yok burası normal. Asıl artış kot altı denilen yerde yapılmış. Arazide yolun altında olduğu için arsa büyüklüğüne yakın bir alanı otopark, sığınak gibi kullanımlar için yapıya katabiliyorsunuz. Ankara belediyesi kot altında iki katı emsalden saymıyor burayı satılabilir alan sayıyor. . İşte asıl rant burada ortaya çıkmış Aygün kot altında 5 katı AVM şeklinde projelendiriyor. Bina tanıtım resimlerinde burayı 60.000 m2 alana sahip AVM gibi reklam ediyor.
Burada şöyle bir durum var. Bu yapı Mansur Yavaş belediyeyi kazandığı günlerde henüz bu AVM katının kaba inşaatı bitmiş kulelerin katlarının üçte biri yapılmış vaziyetteydi. (Yavaş bunu Habertürk’teki programda fotoğrafıyla gösterdi) Eski belediye yönetimi şu iddiada bulunabilir biz o katların AVM olarak kullanılmasına zaten izin vermezdik. Yeni belediye aylardır göz yumdu ve inşaat yürüdü.
Melih Gökçek bu şekilde fazla imarlar verdiği için görevden alınmıştı. Burada tekrar edelim bunlar belediye yetkisinde olan işler ama kent yoğunluğunun belli bölgelerde fazla artmasına sebep olan kararlar. Eski dönemde belediye okul, kreş, park yapma karşılığında bu tür imar artışlarına izin vermiş. Bunlar resmi plan notlarında yazılarak yapılan işlerdi. Yanlış belediyecilikti denebilir ama suç değildi.
TOGO Kuleleri gibi 80 proje olduğunu ve bunları mühürleyeceklerini söylüyorlar. Mansur Yavaş bu binaları yıkacağını söylüyor. Yıkmayı bırakın bu inşaatlar mühürlenirse Ankara’da onlarca müteahhit yanında yüzlerce inşaat malzemesi satan firma iflas eder. Hiç suçu olmayan esnaf cezalandırılmış olur.
Mansur Yavaş bu işi kangrene döndürecek gibi görünüyor. Aygün’ün haklı olduğu bir yer var, bu başkanla Ankara’nın vay haline.
Bu konuda çözüm şöyle olabilir TOGO Kulelerinin kot altı kısmının imarı iptal edilir o kısım otopark dışında kullanılamaz şartıyla yapının bitirilmesine izin verilir. Benzer uygulama diğer projelere de çözüm olabilir.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Mimar Sinan'ın Eğri Minare Hikayesi ve Eğri Algıya Kurban Giden Hizmetler


Süleymaniye Camisi’nin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince İstanbul’un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes, hayranlıkla bu şaheseri seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk,
– “Aaa, şu minareye bakın, nasıl eğri!” diye bağırıyordu.
Herkes de bakıyordu; ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun, minarelerden biri için eğri dediği, Mimar Sinan’a kadar ulaştı. Koca mimar, hemen çocuğun yanına geldi ve ona,
– Yavrum, hangi minare eğri, göster bana, dedi.
Çocuk da “İşte şu!” diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan, hemen adamlarını topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı. “Çekin yukarı doğru!” diye çektirmeye başladı. Çocuğa da dedi ki:
– Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver.
Adamlar, gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra, “Tamam, minare doğruldu!” diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan’ın ustalarından biri, herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan’a yöneltti:
– Ulu mimarbaşımız, herkesten iyi biliyorsun ki minarede eğrilik yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan’ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesiydi:
– Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını! Ama çocuğun kafasındaki “minare eğri” intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki, çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.
Bugün İktidar da aynen Mimar Sinan gibi davranmak zorunda. Çünkü çocuk akıllı bir kitle algıya kurban gidiyor.
Örnekler; (cümleler biraz çocukça olacak kusura bakılmasın, konuyu tam anlatabilmek için böyle olması gerekiyor)
Tank Palet fabrikası olayı.
Hükümet çağıracak BMC’yi kameralar önünde şöyle diyecek.
Alın şu 50 milyon doları. Biz zaten size tank üretmeniz ve bu fabrikayı geliştirmeniz için 3.5 milyar avro veriyoruz. Vatandaş avroyu dolara çevirmekte zorlandı 50 milyonluk kısmını açıktan keş dolar olarak vermek istiyoruz.
Fetö için mecliste araştırma önergesi verildi Ak Parti grubu kabul etmedi konusu.
Evet şu anda devletin istihbaratı, emniyeti, adliyesi fetöcüleri bulup, yakalayıp içeri tıkmakla meşgul ama olsun. Mecliste her ay yeni bir komisyon kurulsun. Bir ay fetönün siyasi ayağını, bir ay adliye ayağını, bir ay askeriye ayağını ortaya çıkarma komisyonları kurulmalı.
Fabrikalar satıldı şekeri Rusya’dan ithal ediyoruz konusu.
Evet bu dönemde ülkemizde şeker pancarı üretimi de şeker üretimi de arttı ama millet şöyle anlamış olayı. Şeker fabrikaları satıldı bunları alanlar aldı fabrikaları yurt dışına götürdü. Biz de şekeri dışarıdan almak zorunda kaldık. Bunu düzeltmek için her ay şeker fabrikalarında üretilen şekerler görüntülü olarak medyaya servis edilmeli.
Yap işlet devret modeliyle yapılan köprüler ve yollara gereksiz yere milyarlar ödeniyor konusu;
Eğer Kuzey Marmara otoyolu, 3. Köprü ve Avrasya Tüneli, Osmangazi köprüsü ve otoyolu olmasa şu anda İstanbul’da trafik nasıl olurdu?
Simülasyonu yapılarak kamu spotu şeklinde devamlı gösterilmeli.
Bu projeler 16 milyar dolara mal oldu. Bu parayı devlet harcasaydı bunu borçlanarak yapacaktı. Bu yatırımlar başladıktan sonra Türkiye bir sokak kalkışması, bir yargı darbe girişimi, 3 terör örgütünün eş zamanlı seri terör eylemleri ve bir darbe girişimine maruz kaldı. Bu operasyonların olduğu süreçte 2012 de 110’larda olan Türkiye CDC’si (risk primi) 500’leri aştığı dönemleri yaşadı. Yani yüksek faizler ödemek zorunda kalacaktık. Türkiye bu sıkıntılı dönemde bu yatırımlara para ayırdığı için on binlerce az memur ataması yapmak zorunda kalacaktı belki sağlık sektöründe kısıtlamalara gitmek zorunda kalacaktı. Bu şekilde 100 milyarlık yatırımı yıllık 2-3 milyar garanti geçiş ödemesiyle atlattı. Vereceği faiz bunun birkaç katı olacaktı. Bu ödemeler ve borçlanma zorunluluğu yüzünden risk primi daha da fazla yükselecekti, böylece diğer yatırımlar için boçlanmasında çok daha yüksek faiz vermekten kurtulmuş oldu. Bu projeler hiç yapılmasaydı dersek, hem trafik konusunda çok sorun yaşayacaktık hem de piyasanın daraldığı dönemde bu projeler yoluyla piyasaya 100 milyar para girişi olmamış olacaktı. Bu da yüz binlerce fazla işsizimiz olacaktı demekti.
Hükümet cephesinde, biz dünya kadar hizmet verdik, iş başardık bunu halk görüyor diye sanılıyor ama hikayedeki gibi eğrilik yaygarası çok daha hızlı yayılıyor.
Bunlar milletin anlayacağı şekilde millete devamlı anlatılmalı.

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...