18 Mayıs 2018 Cuma

Sürüngen Beyin, Gelenekçilik, İslam’da Kaynak Tartışması, Müslümanların Akılcılık Fobisi


Bugün müslümanlar arasında yaşanmakta olan dinin kaynakları konusundaki tartışma, Kur’an ve Hadis tartışması mıdır, yoksa insanlık tarihi kadar eski olan ‘’toplumsal aklın’’ geleneksel ''değişime direnme'' sancıları mıdır?
İnsan düşünen, değişen, gelişen bir varlıktır. Fakat toplum bazında bu değişim insanın bireysel gelişimi kadar kolay olmuyor. Toplumu oluşturan bireylerin tek tek zeka-akletme düzeyi yüksek olduğu halde genellikle toplumsal zeka-akıl bunun altında seyredebilmektedir. Çünkü toplumun korkuları, alışkanlıkları vardır ve bunları toplumun bir kısmı terk etmeyerek diğerlerine direnç gösterdiği için değişim sancılı olmaktadır. Bu çatışma aslında insan beyninde de yaşanmaktadır.
Beyin üç katmandan oluşuyor.
Sürüngen beyin; Bağımlılık ya da alışkanlık gibi otomatik şeyleri yönetir. Sabırsızdır, tepkileri koşullanma temellidir, korkularına, alışkanlıklarına bağımlıdır. Bir şey güvenli, zevkliyse devam etmek ister, tehlike, sıkıntı veriyorsa yapmaktan kaçınmak ister.
Duygusal beyin; Koşullanmada sürüngen beyin ile birlikte çalışır. Duygular ve hafıza buradadır. Bilinçaltı buradan etkilerini sürdürür.
Sürüngen beyin ve duygusal beyin birlikte eski beyini oluşturur. Eski beyin inatçıdır, değişmesi zaman alır
Yeni beyin (Prefrontal korteks); Plan yapmayı, hazzı ertelemeyi, gelecek kararları almayı sağlayan kısım.
Beyin, stres altında , korku durumlarında daha çok eski beynin(sürüngen ve duygusal beyin) kontrolüne geçer. Çünkü eski beyin hızlı komut verir ve güvenliği önceler.
İnsanın değişime kapalı olmasını, gelenekçilikte ısrar etmesini anlamak isteyenlerin beynin bu çalışma sistemini incelemelerini tavsiye ederim.
Tutucu olma konusunda toplumsal akıl, bu sistem yüzünden en az iki kat daha değişime karşı zorluk yaşamak durumunda oluyor. Birincisi bireysel beyinde vaki olan engellemeler ikincisi bireylerin kendi engellerini aştıktan sonra diğer bireylerin engellemelerini de aşmak zorunda kalması.
Bu yüzden toplumsal akıl daha çok eski beynin etki alanında kalır. Eski beyin denen kısmın tepkileri, toplumun değişime direnmesine, korku durumlarında savunma geliştirmesine çok benzer. Gelişme için risk alma, planlama yapma korteksin işidir ama toplumda bu korteksi temsil eden insanların tepki görmesi, dışlanması, tehdit olarak algılanması; gelişmenin önündeki en büyük engel olmuştur.
Konunun islamın kaynakları ile alakası nedir mevzusuna gelirsek.
Resulullah’tan kısa süre sonra müslümanlar, ortaya çıkan fitne yüzünden iç çatışmalar ve savaşlar yaşamıştı. Bu savaşlarda rivayetlere göre 50.000’in üzerinde müslüman katledilmiştir. Bu durum toplumda büyük travmaya sebep olmuş, savunma refleksiyle büyük günah işleyen insanların dinden çıkmış olacağı fikri yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Hariciler bu inançları yüzünden kan dökmeye varacak asabiyet sergilemişler ve toplumda takvalık, bu fikre yakın olmak gibi görünmeye başlamıştı. Çünkü korumacılık refleksi bunu gerektiriyordu.
Bu büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı inancına karşı, büyük günah işleyen kimse hakkındaki son karar ahirette belli olacaktır. Allah onu isterse affeder, isterse cezalandırır şeklinde ortaya çıkan savunmanın sahiplerinden birisi İmam-ı Azam’dır. Bu görüşe, kararı sonraya bırakma anlamında mürcie adı verilmiştir. İmam-ı Azam’ın bu görüşü daha sonra Ehl-i Sünnetin de temel görüşü olacağı halde İmam-ı Azam bu görüşünden dolayı muarızları tarafından tenkit edilmiştir.

Mürcie fırkası diye adlandırılan bu düşünce tarzı ilerleyen zamanda işi abartmış , imanı sadece ikrar, tasdik, sevgi ve bilgiden ibaret sayarak kuru bir iman anlayışına sahip olmuş, şirkin dışında kalan bütün günahlar kesinlikle affedilir, tevhid üzere ölen kimseye işlemiş olduğu günah ve kötülükler zarar vermez şeklinde bir inanışa ulaşmışlardı. İşte bu mürcie anlayışı muarızları tarafından İmam-ı Azam’a yakıştırılmaya çalışılmıştır.
Yapılan şudur, ilk dönem toplumu saran bir yanlışı düzeltmek için insanları Kur’an’ın tarif ettiği iman anlayışına çağıran İmam-ı Azam’ı, muarızları mürciecilerin sonradan aldıkları bidat halini gözden uzak tutup aynı şekilde onu da bu isimle tahkir amaçlı anmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü İmam-ı Azam rey ehliydi ve değişimi, gelişimi temsil ediyordu toplumda tutuculuğu temsil edenler toplumun korunma refleksini arkalarına alıp onu bidatçi bir fırkanın adıyla yaftalamak istemişti çünkü bunun alıcısı vardı, toplum müslümanların katli gibi büyük günah travmasından henüz kurtulmaktaydı. Toplum açısından takva tavır, büyük günaha en şiddetli cezayı kesenleri tutmak eğilimindeydi.
Bundan sonraki dönemde Kur’an’ın halik mi mahluk mu olduğu tartışması yaygınlık kazanmıştı. Bu tartışmanın çıkış sebebi hakkında birçok görüş var ama bizim kanaatimiz kader anlayışı ile ilgilidir. Yezid’in biz size Allah’ın yazdığını uyguluyoruz savunması ve babaları, dedeleri Bedir savaşında müşrikler tarafında olanların bu durumunun, Allah’ın ezeli ilminde olan bir şey olduğunu dolayısıyla Allah’ın takdiri olduğu, bu yüzden atalarının da aklanması çalışmasıdır.
Halku’l-Kur’an konusunun, ilerleyen zamanda başka bir hâl alması yeni bir travmanın sonucu olduğunu düşünüyoruz. 2. Asır itibariyle artan uydurma hadis rivayetleri ümmetin en önemli gündemi oldu. Bu konuda hadisleri toplama çalışmaları başlamıştı. Bu konuda işin nereye vardığını, muhaddislerin hadisleri yüz binlerce rivayet arasından seçip kitaplarına ancak 6-7 bin hadis dercetmelerinden anlıyoruz. İşte bu ortamda Kur’an’ın mahluk olduğu iddiası çok büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Çünkü değiştirilemeyecek, bozulmayacak tek kaynak olan Kur’an’ın da bu mahluk olma iddiasıyla tehlikeye gireceği endişe edilmiştir. İş o seviyeye vardırılmıştır ki Kur’an’ın bizim ağzımızdan çıktığı haline de mahluktur demek dışlanmak sebebi olmuştur. Nişabur’a gelen Buhari’ye Halku’l-Kuran konusu sorulmuş, Buhârî "Bütün fiillerimiz mahlûktur sözlerimiz de fiillerimizdir " dediği için şehri terk etmesi için baskı görmüş, kendisinden hadis almanın terk edilmesini tavsiye edenler olmuştur ,aynı istikamette İbnu Ebî Hâtim, Buhârî'yi el-Cerh ve't-Tâdîl kitabında cerh etmiştir. Bu şekilde işin ortasını bulmak isteyenler cerhedildiği için hadis rivayetlerinde bunlar büyük bidatçiler sayılmaları yüzünden, bu konu dönemsel bir yanlış anlama olduğu halde rivayetlerin kabulünde temel bir argüman olmuştur. Buhari’nin bu muameleye tabi tutulmasını yine İmam-ı Azam’a yapılanla benzer sebebe bağlanabilir. Buhari hadis rivayetleri konusunda işi en sıkı tutanlardandı. Bu yüzden rivayetlerle itibar kazananlar, bunun şöhretini sürenler, bu rivayetlerin uydurulmasından menfaat elde edenler için tehdit olarak görülmüştür.
Buhari ne yapmak istemişti? Toplum yine bir travma sonucunda savunmacılık yapmaktayken Buhari işin aslını söyleme cesaretini gösteren ender insanlardan biri olmuştur fakat bunun bedelini sürgünle ödemek durumunda kalmıştır. Biz bugünden baktığımızda o travmayı yaşamadığımız için Buhari’ye yapılan muameleyi haksız görmekte zorlanmıyoruz ama o travma, o günlerde, bize ulaşan hadislerin sıhhatinin tespitinde yanlış bir şekilde mihenk olmuştur.
Bugün ümmet yine aynı sıkıntıyla karşı karşıya. Ümmet uzun zamandır bilimden uzak kalmış bu alanı yüzlerce yıldır savaş ve çatışma içerisinde olduğu batı alemine kaptırmıştır. Akılcılık dolayısıyla da bilim, batının ilerlemesinde en büyük etken olduğu gerçeğinden çok, batının bu gücünü kullanarak islamı tahrif edip yok edeceği endişesi ümmetin korkusu haline gelmişti. Bu yüzden aklı öne çıkaran islami düşünürler şüpheyle karşılanmış arkalarında batı etkisi ve desteği aranmıştır. Kur’an defalarca akletmeyi tavsiye ederken ümmet için din konusunda aklı kullanma fobi haline gelmiştir.
Sonuçta düşünmek, gerçeğe, hakikate merak duymak insanın bir diğer özelliğidir ve bu ümmet içerisinde de vücut bulmuştur. Ümmetin halinde bir sorun olduğu apaçık ortada, peki buna sebep olan ‘’İslam dininin bizzat kendisi midir yoksa İslam’ı yanlış anlamak mıdır?’’ sorusu bugün okur-yazar, düşünen her müslümanın gündemindedir. Soru sormak aklın işi olduğu için esasla ilgili her soru geleneğin savunucularını korkutmaktadır. Okur-yazar her insanın ‘’bilimsellik’’ ile ilgili aşağı yukarı bir fikri olduğu için bilimde en önemli esasların ispatlanabilme ve kaynak konusu olduğu bilinmektedir. Herhangi konuda okuduğu ciddi kitapta ve makalade dipnot ve kaynakçaya bakmayı öğrenen okur-yazar kişi, dininde de bu ciddiyeti sağlamak istemektedir.
İnsanlar sağlam kulpa tutunmak amacıyla Kur’an’a tutunmak istemektedir. Bu çok anlaşılır bir durumdur. Buna endişeyle yaklaşmanın sebeplerini yukarıda anlatmaya çalıştık. Kur’an okuyanlar arasında mürcie anlayışında olanların(her şeyi mübahlaştıran, ibadete gerek duymayanlar) olması, erken verilen fetvalar olabilir ama bunlar esas kaynağın Kur’an olduğu gerçeğini değiştirmez. Kur’an din bilginlerinin de esas kaynağı olmalıdır. İslam literatürü incelendiğinde görülecektir ki Kur’an’ın esas kaynak olma durumu uzun zaman önce islam alimlerince terkedilmiş bir durumdur.
Şimdi din bilginlerine düşen, yeni bir kelam ve fıkıh usûlü geliştirmeleri, Kur’an okuyanlarla dolayısıyla Kur’an’la mücadele etmek yerine Kur’an’ın esas olduğu bir usûl çalışması yapmalarıdır. İslamda akılcılığın başladığı yer burasıdır önce kaynakların sıhhatini tespitte akıl esas olacak sonra aklederek, hükümleri Kur’an’ı esas alarak güncelleyeceğiz.


Hiç yorum yok:

İstemezükçülere Kalsak Halimiz Ne Olurdu?

  Muhaliflerin devamlı dile getirdikleri yatırımlar gereksiz, yatırımlar yap işlet sistemiyle yapıldı çok pahalıya mal oldu, o köprüye ne ge...